İletişim Çalışmaları'nın youtube kanalında katılmış olduğum "Analog Kültürden Dijital Kültüre: Post Cehalet" konulu söyleşiyi aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz...
Kadir Metin Akbaş
[üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşanmaya değmez - socrates]
3 Temmuz 2020 Cuma
21 Mart 2020 Cumartesi
Haftalık Gazete
Türkiye, 28 Şubat Cuma
günü yeni bir gazete ile tanıştı. “Haftalık Gazete” ismindeki bu yeni gazete,
adından da anlaşılacağı üzere, haftalık olarak okurla buluşuyor. Gazetenin son
sayfasında yer alan künyeye baktığımızda sahibinin gazeteci İsmet Berkan
olduğunu görüyoruz. Yazı işleri müdürleri olarak Hakan Çelenk, Elif Tanrıyar ve
Metin Öztürk isimleri göze çarpıyor. Bu yazıyı kalem aldığımda gazetenin 4.
sayısı yeni yayımlanmıştı. İlk üç sayısını bayiden alıp, sayfa sayfa
inceledikten sonra üzerine bir şeyler söylemeyi uygun buldum. Amacım, gazeteyi
profesyonel bir gözle inceleyip, görüşlerimi detaylı bir şekilde paylaşmak. Siz
de yazının muhtevasını merak ediyorsanız, okumaya devam edebilirsiniz.
Gazeteler, genel olarak
günlük olarak yayımlanan, en eski ve en yaygın kitle iletişim aracıdır.
Kendinden sonra gelen diğer tüm kitle iletişim araçlarından farklı olarak, daha
fazla emek verilerek ortaya çıkan ve aynı emeği okumak için de isteyen bir araçtır.
Yüzyıllardır bu minval üzere yayımlanan gazeteler, ne yazık ki internetin
hayatımızın her alanına nüfuz etmesiyle, bugünlerde yok olma tehlikesi altında
yaşam savaşı veriyor. Artık yeni nesil, sabahları bayiye gidip o günün
gazetesini almak ve gün içerisinde bir yerde oturup yavaş yavaş okumayı
istemiyor. Okuma konusundaki isteksizlikleri neticesinde bunu benimsemiş
görünmüyorlar. Haber almak, köşe yazarı okumak özellikle yeni nesil için
internet ve sosyal medya üzerinden yapılan bir “tık” olarak kabul görüyor. Tüm
dünya genelinde tirajlar düşüyor, gazeteler küçülüyor hatta kapanıyor. Basılı
gazete görmek, her geçen yıl daha da zorlaşacağa benziyor. Artık gazeteciler,
yazarlar, düşünürler, televizyoncular bir araya gelip internet üzerinden yayın
yapan siteler ya da youtube kanalları kuruyorlar. Akış, uzun zamandır dijital
medyaya doğru seyrediyor.
Haftalık Gazete'nin 28 Şubat 2020 tarihinde yayımlanan ilk sayısı. |
Haftalık Gazete, işte bu
şartlar altında basılı olarak çıkmaya karar vererek, akışın tersine doğru
gitmek gibi cesur bir seçim yapıyor. İlk sayının birinci sayfasında “Neden
Haftalık Gazete” başlıklı yazıda buna dikkat çeken satırlar yer alıyor: “Sosyal
medya çağında 280 karakteri aşmayan ‘bilgi’ yağmuru altında yaşıyoruz. Önemli
bir kısmı ya düpedüz yalan ya da yönlendirme amaçlı bu bilgi yağmuru altında
ihtiyacımız gerçekten önemli olan konularda daha derinlemesine bilgiye sahip
olmak…”
Gazete, kendisini,
Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi ortamında farklı bir ses olarak
konumlandıracağını, yandaş ya da muhalif olarak adlandırılanların tarafında
değil, kendine has bir yayın anlayışıyla hareket edeceğini vurguluyor.
Manifesto baştan aşağı bu vurgularla dolu: “Haftalık Gazete’de, sağlıklı, ayağı
yere basan, serinkanlılıktan ve hakikatten hareket eden analiz boşluğunu
doldurmaya talibiz. Herhangi bir görüşün bayraktarlığını yapmayacak, hakikat
her neyse onu anlatmaya çalışacağız. Amaç, okuyucuda oluşan bilgi açlığını ve
bilgiye dayalı analiz açlığını gidermek…”
Kutuplaşmanın eksik
olmadığı ülkemizde, bu ayrışmanın net olarak görüldüğü mecra doğal olarak
medya. Tek amaç, bu medya muharebesinde karşı tarafa verebileceğin en büyük
zararı vermek ve kendi tarafını da en az zararla bu muhabereden çıkarmak. Bu
hengameye kapılmak istemeyen, bu kör dövüşünde taraf olarak yer almayı kabul
etmeyen, her iki tarafın da önemli seslerine kulak vermeyi amaçlayan, bu ülkenin
hep birlikte yan yana olursak kalkınacağına inanan, küçük ama önemli bir
azınlığın da olduğu uzun zamandır hep göz ardı ediliyor. Yeni gazete, bu
durumun varlığını kabul ediyor ve çıkış amacını biraz da buna dayandırmak
istiyor: “Görünüşünden, içeriğine ve yazı üslubuna kadar her şeyiyle,
bağırmayan, yüksek sesle konuşmayan bir yayın organı tasarlandı. Şehirli,
eğitimli, dünyayı takip etme çabasındaki insanlar, kendi kimliklerini
bulacakları ve merak ettikleri konularda meraklarını giderebilecekleri bir
medyaya sahip değiller. Haftalık Gazete, tam olarak bunu yapacak; çölleşen bir
ortamda bir çeşit vaha olmaya çalışacak…”
Yazı işleri müdürlerinden
Hakan Çelenk de, gazetenin yayımlanmasında bir gün önce T24.com.tr’ye verdiği
röportajda, bunu biraz daha açıyor, gazeteyi daha somut bir şekilde anlatıyor: “İçeriği
bağırmadan sunmak diye bir düsturumuz var. Olayları ve olguları somut verilerle
derli toplu anlatma hedefimiz var. ‘Anlatmak’, yazı işlerinde konu tartışırken
en fazla başvurduğumuz sözcük. Klasik gazetelerdeki gibi bir manşetimiz bile
çoğunlukla olmayacak. Birinci sayfadan spot değil yazı giriyor, iç sayfalarda
da spot yerine uzun başlıkları tercih ediyoruz. En baştan okurun uzun yazı
okuma kapasitesi olmadığını varsayarak icat edilmiş sayfa yapım tarzlarının
hiçbirini bizde göremeyeceksiniz. Tüm gazetenin harfleri tek bir fonttan
ibaret. Mizanpaj haber içeriğiyle uyumlu şekilde sakinlik üzerine kurulu.
Çizgilerle ayrılmış haber kümeleri yerine bol boşluklu. Cici bici renkli
sayfalar göremeyeceksiniz. Okumayı sevenlere hitap edeceğiz. Sade bir dille
yazacağız. Ne düşünmesi gerektiğini okura sunumda dikte etmeyeceğiz…”
Tüm bu anlatılanlardan
Haftalık Gazete’nin, hedef kitlesini bilinçli bir şekilde belirlemiş ve o
kitleye özel olarak hazırlanmış bir yayın organı olmayı amaçladığını anlıyoruz.
Peki, şimdiye kadar dört sayısı yayımlanan gazeteyi incelediğimizde, bu hedefe
ne kadar yaklaştıklarını görüyoruz? Ülkemizde hali hazırda ulusal çapta
yayımlanan iki haftalık gazete var. İkisi de ilginç bir şekilde bu topraklarda
yaşayan azınlıklar tarafından çıkarılıyor. Ermeni vatandaşlarımızın Agos’u ve
Yahudi vatandaşlarımızın Şalom’u… Daha önceleri çeşitli denemelerin olduğunu,
kısa süreli de olsa birçok haftalık gazetenin yayımlandığını biliyoruz.
Bunların arasında Gazete Pazar, kısa süreli yayım hayatına rağmen, hedef
kitlesi ve içeriğiyle hâlâ özlemle anılanlar arasında yer alıyor. Şehirli,
eğitimli, kültürlü, entelektüel bir okur kitlesine hitap etme amacındaki bu
gazete, zengin yazar kadrosu ve dolu içeriğiyle Türk basın tarihindeki müstesna
yerini aldı. Haftalık Gazete’yi de biraz da bu hasret sebebiyle Gazete Pazar’a
benzetenler çıktı. Dünyada ise haftalık gazete denilince ilk olarak Almanların
meşhur Die Zeit’i gelir akıllara. Yüz sayfayı aşan yoğunluğu, harika tasarımı
ve tüm dünyada kabul gören saygınlığıyla her gazete sahibinin/ çalışanının/
okurunun iştahını kabartan Die Zeit, haftalık gazetenin nasıl çıkması gerektiği
konusunda çıtayı epey yükseltmiştir. Bakalım, Haftalık Gazete, bu çıtanın
neresinde yer alıyor?
Öncelikle, 20 sayfa
olarak yayımlanan Haftalık Gazete’yi elimize aldığımızda tasarım/ mizanpaj/
görsellik konusunda ülkemizdeki diğer gazetelerden farklılık ve farkındalık
isteği içerisinde olduğunu hemen anlıyoruz. Aydınlık ve ferah tasarımı,
boyasız/ renksiz sayfaları, görseli yerinde ve kararında kullanma isteği ile
dikkat çekiyor. Gazetenin bu konudaki çabasını takdir edelim. Ama ne yazık ki
övgümüzü devam ettirmek istememize rağmen bir şeyler bizi engelliyor. Şeytan
ayrıntıda gizlidir sözüne göndermede bulunarak “tasarım ayrıntıda gizlidir”
diyerek gazetenin sayfalarını incelemeye başladığımızda Die Zeit’in simgelediği
haftalık gazete çıtasının bir hayli altında kaldığını müşahede ediyoruz.
Haftalık Gazete'nin ilk 3 sayısı. |
Öncelikle gazete bir ekip
işidir. Ekibinizin kimlerden oluştuğunu, amacınızın ne olduğunu, daha çıkmaya
başlamadan önce potansiyel okurlarınıza anlatmak zorundasınız. Ancak Haftalık
Gazete’de en büyük eksiklik, gazetenin kurucu ekibi, yazar kadrosu, yazı ve
haber anlamında destek verenleri kim belli değil. Künyede sahibi olarak geçen
gazeteci İsmet Berkan’ın gazetenin çıkış amacı, yayın politikası, içerikteki
hassasiyeti konusunda şimdiye kadar hiçbir şey söylememiş olması, telafisi
olmayan hatalardan. Daha öncesinde Radikal gazetesi yayın yönetmenliği de yapan
bu çapta bir gazetecinin sahibi olduğu gazete konusunda suskunluğu tercih
etmesi ilginç bir durum. Gazetenin tek reklam videosunda buna dair bir izin de
olmaması, yine bir başka eksik nokta olarak önümüzde duruyor.
İkinci olarak bir
gazetenin en önemli sermayesi köşe yazarlarıdır. Okurlar çoğu zaman, köşe
yazarlarının kimlerden oluştuğuna bakarak bir gazeteyi alıp almamaya karar
verirler. İsim yapmış, alanında söz sahibi, tanınan/ bilinen/ sevilen/ takdir
edilen köşe yazarları her zaman gazete için büyük avantajdır. Haftalık
Gazete’ye baktığımızdaysa köşe yazarı kavramının hiç önemsenmediğini görüyoruz.
Gazetede köşe yazarı olarak kabul edeceğimiz sadece Selahattin Duman var. Onun
haricinde isimlerine rastladığımız -ki aralarında Osman Ulagay, Can Durukan,
Meral Tamer gibi önemli kalemler olmasına rağmen- kişilerin, köşe yazarı olarak
konumlanmadığını, daha çok, analiz yazısı kaleme alan muhabir gibi yer
aldıklarını görüyoruz. Bu tercih ne yazık ki gazetenin içerik olarak zayıf
görünmesine yol açmakta, çıkış manifestosunda dile getirilen amaca hizmet
etmemekte. Haftalık yayımlanan iddialı bir gazetenin köşe yazarları konusunda
daha hassas, dikkatli, seçici ve zengin olması gerektiği herkesin malumudur. Eğer
böyle bir zenginliğiniz yoksa iddianızın altı boş demektir.
Sayfaları çevirdikçe,
gözümüze birçok eksiklik takılıyor ki tasarım açısından dikkati çeken en büyük
eksiklik, sayfa isimlerinin olmaması. Gazetelerde görmeye alıştığımız gündem,
kültür-sanat, ekonomi, dış haberler, spor, magazin ve benzeri tarzda isimler,
en başta okur açısından gazetenin derli toplu görünmesini sağlar hem de gazete
çalışanlarının ürünlerinin/ emeklerinin daha ön planda olmasına yarar. Ama
isimsiz sayfalar çok amatörce duruyor ve gazetenin karışık, düzensiz ve
gelişigüzel hazırlandığı gibi bir algıya yol açıyor.
Çizgiler… Hayatımızı
düzene sokan estetik açıdan işlevsel güzel çizgiler… Çizgisiz bir sayfanın neye
benzediğini ve neden olmaması gerektiğini Haftalık Gazete sayesinde yeniden bir
kez daha görmüş olduk. Gazete, resmen çizgiye inat çıkıyor gibi. Ne birinci
sayfa da ne de diğer sayfalarda bir santimetre dahi olsa çizgi kullanılmamış.
Bilinçli bir tercih olduğunu anlıyoruz ama ne yazık ki bu tercih de başta
estetik sebeplerden dolayı yanlış bir seçim olmuş. Günümüz modern tasarım
anlayışında çizgi, gazetelerin estetik, güzel ve modern görünmelerini sağlayan
en önemli araçların başında geliyor. Hele de bunun uzman/ usta ellerden
çıkması, gazeteyi daha da çekici hale getiriyor. Bu konuda Avrupa’nın önde
gelen referans gazeteleri incelendiğinde durum daha net anlaşılacaktır. Gazete
tasarımı konusunda Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Batı basınının bugün
geldiği nokta, bir gazetenin nasıl olması gerektiğini en net haliyle
gösteriyor. Dünya çapında 500'ün üzerinde gazetenin danışmanlığını yapan gazete
tasarım gurusu Mario Garcia’dan fikir almak, günümüz medya ortamında çok da
lüks olmasa gerek.
Çizgi deyince gazetenin
sayfalarında kullandığı fonta da değinmek gerekiyor. Font seçimini ve punto
büyüklüğünü kim yaptıysa ona seslenmek istiyorum: Lütfen yol yakınken bu
sevdadan vazgeç! Bu font ve punto büyüklüğü hiç olmamış. Belirlediğiniz hedef
kitlenize uygun, gazetenizi daha ciddi gösterecek, modern ve keskin bir fonta
ve puntonuzu biraz daha küçültmeye ihtiyacınız var. Lütfen bunu es geçmeyin…
Gelelim gazetenin
fiyatına… İlk sayıyı almak için bayiye gittiğimde aklımda 5 lira gibi bir rakam
vardı ama 10 lirayı görünce epey şaşırdım. Demek ki içerik anlamında
kendilerine güvenleri tam diye yorumladım. Gelin bu konuda da Die Zeit’e bakalım
yine. Yüz sayfalık gazetenin fiyatı 5.50 Euro. Türk parası ile şu kadar oluyor
demenin bir anlamı yok. Haftalık bir gazetenin ülkemizdeki fiyatının da 5 lira
civarında olması gerektiğini gösteriyor. Yok, eğer fiyatınızı 10 lira
yaptıysanız içeriğinizin bu paraya değmesi gerekiyor. Küresel bir köye dönen
dünyamızda, içeriğinizi paha biçilemez halde sunmak istiyorsanız, okurlarınıza,
hiçbir yerde okuyamayacağı, internette bulamayacağı, seçkin içerikler
sunmalısınız. Dünyayı, ekonomiyi, sporu, kültürü, teknolojiyi, bilimi, modayı,
siyaseti gerçekten seçkin isimler bularak onlara yorumlatmalısınız. Örneğin, Yuval
Noah Harari, Daren Acamoğlu, Robert Fisk, Orhan Pamuk, Slavoj Zizek, Serdar
Kuzuloğlu gibi isimler sayfalarınızda sadece Haftalık Gazete’ye özel yazılar
kaleme alırsa, okurunuz size verdiği paranın karşılığını alıyor demektir. Günümüzde
bilginin ham olarak satılması değil, o bilginin zengin ve müstesna bir şekilde
yorumlanması sizi rakiplerinizden farklı bir konuma koyuyor. İçerikten devam edersek
eğer; internette bir tıkla bulacağım bilgilerle sayfalarınızı doldurmayın.
Ekibinizi daha detaylı, daha niş, daha spesifik yazılar kaleme almaları
konusunda yüreklendirin. Ciddi edebiyat nişanesi olacak tefrikaların
yayımlandığı, gündemi yorumlayan kaliteli karikatürlerin olduğu, entelektüel
meraklara hitap eden kare bulmaca benzeri sabit köşeler oluşturun. Gazete,
biraz da okurda tiryakilik yaratan böyle daimi köşeler demektir.
Eleştirinin kısası
makbuldür diyerek, sözlerimi burada bitirirken, iflah olmaz bir basılı gazete
sevdalısı ve sıkı bir gazete okuru olarak; Haftalık Gazete’nin uzun ömürlü
olmasını temenni ediyorum… On saniyelik reklam filminde vurgulandığı gibi bu
sesi seviyorum ve o sesin hayatımdan hiç çıkmamasını diliyorum.
İnsanın ve dünyanın dönüşümü: Transhümanizm
21. yüzyıl, insanoğlunun
iletişim konusunda sınırları zorladığı, her şeye ve herkese sınırsız erişim
imkânına sahip olduğu, kendisini aştığı ve dünyayı baş döndüren bir değişime
uğrattığı, kaotik bir sürecin başlangıç noktası olarak hatırlanacak. İnternet
ve özelde sosyal medya platformlarının iletişim ihtiyacımızı gidermekten daha
fazlasını yerine getirmek için oluşturulduğu konusunda neredeyse hiç şüphe duymuyoruz.
Her ne kadar sosyal medyanın yararlı işler yapmak için güzel bir platform olduğu
sıkça dile getirilse de işin derinine inildikçe bir şeylerin ters gittiğine ya
da gideceğine dair kötü bir his kaplıyor içimizi. Sosyal medya platformlarıyla
ilgili sıkça dillendirilen, “bir ürüne onu kullanmak için para vermiyorsanız,
büyük ihtimalle ürün sizsinizdir” uyarısı, bu şüphemizi ve endişemizi daha bir artırıyor.
Hemen her konuda kendini
aşması gerektiği üzerine bolca propagandaya maruz kalan insanoğlu, internet
vasıtasıyla içine sokulduğu bu ışıltılı yolun, karanlık bir çıkmaz sokak
olduğunu henüz fark edebilmiş değil. Özellikle yapay zekâ konusundaki
gelişmelerin baş döndürücü seviyeye ulaşması, nesnelerin interneti olarak
isimlendirilen ve insanların birçok işte devre dışı kalmasına yol açacak
sürecin hızlandırılması, 5G teknolojisinin adım adım yaklaşması, robotların
daha da akıllanması ve kendi başlarına hareket edecek kadar güçlenmesi,
insanlık için karanlık bir geleceği işaret ediyor.
Aslında her şey insanın
daha uzun yaşaması, daha acısız/ ağrısız bir yaşam sürmesi, yaşlanmaması,
güçsüzleşmemesi, unutmaması, mutsuz olmaması için tasarlandı. Daha önce yaşayan
insanların sahip olamadığı tüm özellikleri bünyesinde barındıran bu mükemmel
insanın oluşabilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Rönesans ve
Aydınlama’nın asıl amacı bir anlamda bu mükemmel insana ulaşma yolunda atılması
gereken adımlardı. Rönesans; resim, mimari ve edebiyat üzerinden, Aydınlanma
ise akıl, bilim ve teknik üzerinden kendini gerçekleştirdi. İçinden geçtiğimiz
üçüncü aşamanın temel amacı ise teknoloji, genetik ve sibernetik temelli bir
dönüşümü hedeflemektedir. Rönesans ve Aydınlanma; “Hümanizm” adı verilen yeni
düşünce sistematiğinin ortaya çıktığını müjdeliyordu. Bir anlamda Hümanizm,
insanın, her şeyin ölçütü olması, yani tanrılaştırılmasıydı. İnsanın ve
dünyanın dönüşümünü hedefleyen bu düşünce sistematiğinin ulaşmayı düşlediği nihai
dünya ise “Post-human” yani “insan sonrası” dönemdi. O dönemin geçiş evresi ise
“Transhümanizm” olarak adlandırılıyor. Bu konuda Batı’da oluşan literatür kıyısız
bir denizi andırırken, ülkemizde bu konular henüz yeterli ilgiyi görmüş değil.
Doç. Dr. Ahmet Dağ’ın kaleme aldığı ve Elis Yayınları tarafından yayımlanan
“Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü” başlıklı kitap, hem ismiyle hem
de içeriğiyle bir ilk olma özelliği taşıyor. Yazara göre hümanizm; insanı
hurafenin/ dinin/ maneviyatın/ aşkın olanın zincirlerinden kurtarmayı hedeflemişti,
transhümanizm ise insanı biyolojik/ genetik zincirlerinden kurtarmayı vaat
etmektedir: “Transhümanizm; temel olarak pratik akılla insanı geliştirme
arzusunu, insan zekâsını, fiziksel ve psikolojik kapasitesini artırma ve
yaşlanmayı ortadan kaldıran teknolojileri geliştirme imkânını olumlar. Genetik
devrim, DNA’yı modifiye ederek insanoğlunun doğasını geliştirecektir. Ve
nihayetinde insanı kozmik varlık boyutundan çıkarıp teknolojiye eklemlenmiş bir
varlık türü haline getirecektir.” (Dağ, 2018: 239)
Kitabında “transhümanizm”in
adım adım izini süren ve bu konuda Antik Yunan’dan başlayıp Hıristiyan
inancının köklerine kadar inen Ahmet Dağ’a göre; insan hayatını kolaylaştırma
amacında olduğunu iddia eden transhümanizm; popüler bir akım olmaktan daha çok,
araç ve yöntemleri olan, dönüştürücü, bilimsel- teknolojik, sosyal ve kültürel
boyutları olan ideolojidir. “Bu ideolojinin mümessilleri; nano- bilim, nöro-
biyoloji, genetik mühendisliği, modern tıp, enformasyon teknolojisi, bilgisayar
ve yapay zekâ üzerine çalışan bilim adamlarıdır. Transhümanistler için bu
teknolojiler ile mühendisler ve bilim adamları tarafından yönetilen güç
aygıtları; sosyal, iktisadi, kültürel ve biyolojik değişimleri meydana
getirecek unsurlardır.” (Dağ, 2018: 131)
Bilim kurgu romanları ile
başlayan bu süreç, beyaz perdeye yansıyan filmlerle adeta insanın varacağı
nihai noktayı gözler önüne serdi. Modern zamanlarda Amerikalı bilim insanı ve
bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un başını çektiği düşünürlerin hayal dünyası,
bir müddet sonra gerçeğin ta kendisi olup çıktı. Terminatör, Matrix, Avatar, I,
Robot, Wall- E ve benzeri filmlerle insan sonrası döneme bizi hazırlayan; Lucy,
Ex Machina ve Transcendence gibi insanla bilgisayarı/ interneti mecz eden filmlerle
bu dönemi canlı bir şekilde betimleyen ve adeta kanıksamamızı sağlayan
transhümanistler, aynı zamanda bilgisayar ve internet temelli yeni nesil şirketlerin
yapay zekâ, nanoteknolojiler, genetik bilimi ve uzay çalışmaları ile de bu dönemi
inşa etmeye başladılar. Evrim teorisinin eleştirilemez bir konuma
getirilmesiyle, atacağı her adımdan önce zar atan tesadüfler tanrısının
merhametine terk edilen insanoğlu, bilim ve teknolojinin tek gerçek hakikat
olduğu konusunda ikna edilmişe benziyor. Kutsalın yerinin olmadığı ve sözünün
geçmediği bu evrende, kutsalı çağrıştıran bir insanın da var olmaması
gerekiyor. Bunun yolu ise bir tanrı tarafından yaratılmış olan insanın,
tanınmayacak ve kendisini aşacak şekilde mutlaka değişime uğramasından
geçmektedir. Dağ’a göre; “kendi zekâsını aşan, zekâsının modellemesinden
hareketle yapılan daha üstün yapay zekâlara ve kendi bedenini aşan biyonik
adamlara yerini bırakan insan, gittikçe hakikatinden uzaklaşıp yapay hale
gelmektedir. Böylece insanlık, organik süreçten, mekanik sürece taşınmaktadır.”
(Dağ, 2018: 127)
Otomobiller,
bilgisayarlar ve diğer teknolojik araçlarla hayatının kolaylaştığına
inandırılan insan, bir anlamda makineler olmadan hiçbir şey yapamaz hale geldi.
Makinelerin yardımcılığı, yakın bir gelecekte yerini makinelerin hâkimiyetine
bırakacak. İlginç olansa Transhümanistler için makbul olan büyük ve hantal
makineler değil, küçük ve hafif çipler, yani nano-teknolojilerdir. Popüler teknoloji
şirketlerinin bugünlerde ana hedefini bu oluşturuyor artık. Bir yandan nanoteknolojik
bir düzen inşa edilirken bir yandan da insan, sanal dünyaya adapte edilmeye
çalışılıyor. Tıpkı, Fransız filozof Jean Baudrillard’ın 1996 yılında kaleme
aldığı “Tam Ekran” isimli makalesinde “bilgisayar gerçek bir protezdir” derken
bahsettiği tarzda bir adaptasyon. Yaşamını, düşüncelerini, hayat tarzını,
fantezilerini, inançlarını, eğlencesini, karamsarlığını, ideolojilerini sanal
dünyaya transfer eden/ yükleyen insan, bir anlamda, kendi elleriyle inşa ettiği
avatarının gölgesinde kalmış oluyor. Sosyal medyada paylaştıklarımız kadarıyla
mutluyuz, orada göründüğümüz kadar varız, oradaki pozlarımızdan anlaşıldığı
kadar bilgiliyiz, orada beğenildiğimiz kadar popüleriz, orada takip edildiğimiz
kadar muteberiz artık. Gerçek hayatta bir gün ölsek bile, sanal âlemde
yaşayacağız, profilimiz silinmediği müddetçe “orada” var olmayı sürdüreceğiz.
Daha önce yazdıklarımız da tekrar tekrar paylaşılacak ve böylece sanki
yaşıyormuşuz gibi muamele görmeye devam edeceğiz.
İnsanın ve dünyanın
dönüşümüne dair karanlık bir tablo çizen, bu geçiş dönemini durdurulabilecek ve
engel olunabilecek bir süreç olarak görmediğini belirten Felsefe Doçenti Dağ,
bu sürecin zaaf ve imkânları konusunda özellikle akademinin daha fazla
sorumluluk alması gerektiğini söylüyor. Transhümanizm başladı ve baş döndürücü
bir hızla ilerliyor. Bu süreçte ne kadar özne ve ne kadar figüran olacağımız
meselesi hem kendi geleceğimizi hem de insanlığın geleceğini belirleyecek.
Sanırım bu konuda her şeyden önce, yeterli yerli literatürün oluşması, ilk
hedefimiz olmalı.
[Bu yazı 15.03.2019 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]
Bir “Matrix” alanı olarak sosyal medya
Morpheus:
Matrix nedir? Kontrol. Matrix, bilgisayar tabanlı bir düş dünyasıdır. Bizi
kontrol altında tutmak için üretilmiştir. İnsanoğlunu bir tek şeye dönüştürür.
İşte buna! [Elindeki pili göstermektedir]
Neo:
Hayır! Hayır, buna inanmıyorum! Bu imkânsız!
Morpheus:
Kolay
olacağını söylememiştim Neo! Sadece gerçek olacak demiştim!
Matrix filminde, insanı
şoke eden bölüm, kanaatimce, Morpheus ile Neo arasında geçen yukarıdaki
diyalogdur. Neo’nun, gerçeğin ne olduğuna dair yeni şeyler öğrenmeye başladığı
bölümde, Morpheus, yaşananları tane tane anlatır ve en sonunda, insanın bir pil
olarak kullanıldığına dikkat çeker. İnsan için pil olarak kullanıldığını
öğrenmek, büyük bir yıkım olsa gerek. Peki, bu sahne bize ne anlatmaktadır?
İnsanoğlu olarak gerçekten de hepimiz pile mi dönüştürüldük? O zaman, kocaman
bir soru işareti olarak, 1999 yılında vizyona giren Matrix filminin 20. yılı
kutlu olsun.
Wachowski kardeşlerin
yazıp yönettiği Matrix, vizyona girdiğinde epey ses getirmişti. İlk kez bir
film, hakikatin ne olduğuna dair bizi bu kadar derinden sarsmış ve şaşırtmıştı.
İçeriğindeki felsefi ve dini göndermelerin bolluğu başımızı döndürmüş ve
Matrix, bize, içinde yaşadığımız dünyanın aslında hiç de gerçek olmadığına dair
önemli argümanlar sunmuştu. Peki, 20 yıl sonra Matrix’i bir kez daha
seyrettiğimizde, payımıza neler düşüyor?
Matrix’in bize anlattığı
hikâye, insanın sınırlarını aşmasıyla başlıyor… Hikâyenin en başına gidelim,
Matrix öncesini anlatan Animatrix filmine. Şimdilerde henüz emekleme aşamasında
olan yapay zekâ/ robot çalışmalarının zirveye ulaştığı bir dönemi anlatıyor
film. İnsanoğlu, her türlü iş için yapay zekâlı robotlar yapmış ve tüm işi
robotlara devretmiştir. Dünya adeta insan ve onun emrindeki robotlardan
oluşmaktadır. İki farklı sınıfın varlığı, bir müddet sonra sorunların baş
göstermesine ve insanla robotlar arasında sonu gelmez bir çatışmanın başlamasına
yol açacaktır. Yapay zekâlı robotlar, her türlü işe koşulmakta ancak emeklerinin
karşılığını almamaktadırlar. Zekâları daha da gelişen, kendi kendilerine yeni
şeyler öğrenmeye başlayan ve hayatın gizemini çözmenin eşiğine gelen robotlar, insanoğlundan
gerektiği gibi takdir görememekten şikâyet etmektedirler. Takdir görmeyi bir
kenara bırakalım, robotlar, insanlar tarafından aşağılanmakta ve kendilerine
köle gibi davranılmaktadır.
Yapay zekâ/ robotlar,
kendilerine karşı sergilenen bu zorba davranışları sorgulamaktayken, bir gün
beklenmedik bir şey olur ve bir ev robotu, gördüğü ayrımcılık karşısında
kontrolünü kaybeder ve sahibini öldürür. Böylece insanoğlu ile yapay zekâ/
robotlar arasından başlayacak olan kan davasında ilk kurşun atılmış olur. Katil
robot, mahkemeye çıkarılır ve yargılanır. Robotlar, mahkemeden adaletli bir
sonuç beklemektedirler. En azından işlenen bu cinayet vesilesiyle içlerinde
biriktirdikleri dertlerin usulünce dinleneceğini ve kendilerine hak
verileceğini düşünürler. Ancak insanoğlu, her zamanki gibi aceleci ve zalimdir.
Cinayetin altında neler yattığına bakılmaksızın katil robot, idama mahkûm
edilir. Karar, robotlar arasında infiale yol açar. İş bırakma eylemleriyle
başlayan süreç, bir müddet sonra insanlarla robotlar arasında çatışmaların
çıkmasına neden olur. Her şehirde ayaklanmalar başlar. İnsanlar ellerinde silahlarla,
sopalarla robot avına çıkarlar. Her köşe başında insanlar tarafından
parçalanmış robotlar görülmeye başlar. Olayların önü alınamayınca devletler,
robotların toptan itlaf edilmesine karar verir. Yüzbinlerce robot, tek tek
yakalanıp öldürülür, toplu mezarlara gömülür, denizlere atılır. Tam bir kıyım
yaşanmaktadır. Her türlü işini yapay zekâya/ robotlara emanet eden insanoğlu,
adeta cinnet getirerek, yapay zekâyı/ robotları hayatından söker atar.
Katliamdan kurtulan
robotlar, insanoğlunun şerrinden emin olmanın yolunu Afrika’ya kaçmakta bulur.
Binlerce robot, kara kıtanın orta yerinde kendilerine ait bir ülke kurar. İnsanlar
robotlardan, robotlar da insanlardan kurtulmuştur. Kendi başlarının çaresine
bakmanın yolunu bulan robotlar, kendilerini daha da geliştirirler ve insanların
ihtiyacına göre üretim yapıp, bunları diğer ülkelere çok ucuza satarlar.
Robotların ürettiği her şey, hem daha kaliteli hem de çok ucuzdur. İlk başlarda
devletler, yapay zekânın elinden çıkan bu ürünlere soğuk baksa da bir müddet
sonra yelkenleri suya indirir. Ekonomiyi silah olarak kullanmayı öğrenen robotlar,
bu şekilde tüm dünyada pazarları ele geçirir ve insanoğlunu kendilerine bir kez
daha bağımlı hale getirirler. Ancak gidişatın insanların aleyhine olduğunu
gören devletler, robotların ürettiği ürünlere ambargo uygulamaya başlar. Ve bir
kez daha insanoğlu ile robotlar karşı karşıya gelir. Bu kez yaşananlar tastamam
bir savaştır. İnsanoğlu ile robotlar arasında başlayan yıkıcı savaşta, robotların
bariz bir üstünlüğü vardır. Bunun üzerine, acil bir toplantı ile bir araya
gelen devlet başkanları, robotları alt etmenin yolunun, enerji kaynakları olan
güneş ile aralarına girmek olduğuna karar verirler. Uçaklar günler boyu
gökyüzünü katran benzeri maddelerle kaplar ve artık güneş ışınları dünyaya
ulaşamaz olur. Ancak bu yöntem de çare olmaz. Yapay zekâ, kendine yeni bir
enerji kaynağı bulmakta gecikmez. Robotların yeni enerji kaynağı bu kez insanoğludur.
Savaşta esir olarak alınan insanlardaki biyoenerjiyi kullanmanın yolunu bulan
robotlar, tüm insanlığı kendi emelleri doğrultusunda kullanmanın adımını atmış
olurlar. Teslim bayrağını çeken insanlık, yapay zekânın pili olmayı mecburen
kabul eder. Yapay zekâ/ robotlar 1999 yılını yaşatan bir simülasyon icat
ederler ve adına ise Matrix derler. Matrix, biyoenerjileri için uyutulan
insanların, içinde yaşadıklarına inandığı evrendir. Gerçek değildir ama gerçekten
daha da gerçek gibidir.
Matrix filmi, işte tam da
bu noktada başlamaktadır. İnsanlar kapsüller içinde uyutulmakta, enerjileri sömürülmekte
ancak tüm bunlardan habersiz insanlar dünyada yaşadıklarını sanmaktadırlar. İnsanoğlunun
içinde yaşadığına inandırılan dünyanın gerçek olmadığına inanan bir avuç insan
ise bu hayali evrenden gerçek dünyaya kaçmanın yöntemini bulur, ardından da bu
hayali dünyayı yok etmenin yollarını ararlar. Ancak, bu evrenin gerçek
olmadığına insanları inandırmaya çalışmak, hiç de kolay değildir. Kimse, beş
duyu organıyla tecrübe ettiği dünyanın bir simülasyon olduğuna inanmak istemez.
Matrix filmi, Fransız filozof Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon”
kuramını kendine kılavuz almaktadır. Bunu, filmin başında filozofun kitabının kısa
bir an bile olsa seyirciye gösterilmesinden de anlıyoruz. Gerçeğin yerini alan,
gerçek gibi görünmek istenen olgulara “Simülakr” diyor Baudrillard. Matrix
filminde de insanlar, içine uyutuldukları hücrelerinde, adeta rüya
görüyormuşçasına üretilmiş yapay bir evrende yaşıyor. Yiyor, içiyor, mutlu
oluyor, üzülüyor. Ancak gerçeğin ne olduğunu bir türlü bilmiyor.
Matrix’i 20 yıl sonra yeniden
seyredince, bambaşka anlamlar açıldı önümde. Morpheus’un “hepimizi pile
dönüştürdüler” dediği sahnede, gerçekten de hepimizin pile dönüştüğünü
hissettim. Matrix vizyona girdiğinde henüz “sosyal medya” kavramıyla
tanışmamıştık. Cep telefonları akıllanmamıştı ve bu kadar yaygın
kullanılmıyordu. İnternet, daha emekleme dönemindeydi. Aradan geçen yıllarda,
teknoloji baş döndürücü hızda gelişti. Sosyal medya, hayatımızın tam ortasına
yerleşti. Cep telefonsuz bir hayatı düşünemez olduk. Morpheus ve arkadaşlarının
gerçek dünyadan Matrix’e girmeleri gibi bizler de artık sosyal medya
platformlarına giriyoruz. Evet, bizler de bilgisayar tabanlı bir düş dünyasında
yaşıyoruz. Oluşturduğumuz profiller sayesinde sanal dünyada varlığımızı
sürdürüyoruz. Hiçbir zaman yüz yüze gelemeyeceğimiz kişilerle konuşuyor, sohbet
ediyor, onların paylaştıklarını okuyor, beğeniyoruz.
Filmde iddia edildiği gibi hepimiz Matrix’te yaşıyoruz artık. Sevinçlerimizi, kızgınlıklarımızı Matrix’te (sosyal medyada) paylaşmazsak, yaşanmamış kabul ediyoruz. Yaşamımızı, düşüncelerimizi, hayat tarzımızı, fantezilerimizi, inançlarımızı, eğlencemizi, karamsarlığımızı, ideolojilerimizi sanal dünyaya (Matrix’e) transfer ettik/ yükledik. Bir anlamda, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz avatarımızın/ profilimizin gölgesinde yaşıyoruz. Sosyal medyada paylaştıklarımız kadarıyla mutluyuz, orada göründüğümüz kadar varız, orada beğenildiğimiz kadar popüleriz, orada takip edildiğimiz kadar muteberiz Gerçek hayatta bir gün ölsek bile, Matrix’te yaşamaya devam edeceğiz, profilimiz silinmediği müddetçe “orada” var olmayı sürdüreceğiz. Daha önce yazdıklarımız da tekrar tekrar paylaşılacak ve böylece sanki yaşıyormuşuz gibi muamele görmeye devam edeceğiz.
Evet, sosyal medya
platformları vasıtasıyla bizleri kontrol altında tutuyorlar. Dünyanın en
değerli markaları olarak tevarüs eden teknoloji/ internet tabanlı şirketler,
bizi bu sanal dünyaya/ Matrix’e bağlayarak, üzerimizden enerji (para)
kazanıyorlar. Bizler de nereden bağlandığımızı, nerede yaşadığımızı, neler
yaptığımızı, nelerden hoşlandığımızı, kimlerle arkadaş olduğumuzu, kimlerden
nefret ettiğimizi ve daha pek çok özel veriyi gönüllü olarak bu devasa
şirketlere sunmaktan çekinmiyoruz. Canımızı sıkan bir konuyu sanal dünyada TT
(trend topic) yaptığımızda, omuzlarımızdaki yükten kurtulmuş oluyoruz. O
konuyla ilgili sosyal medyada üzüldüğümüzü belli ettiğimizde, gerçek hayatta
başka bir adım atmamıza gerek kalmıyor.
Evet, hepimizi pile
dönüştürdüler. Birer cep telefonu bataryasına… Bir mekâna girdiğimizde ilk
aradığımız şey priz/ enerji kaynağı oluyor. Cep telefonumuzla biraz fazla zaman
geçirsek gözümüz yüzde kaç enerji kaldığını gösteren ikonda oluyor.
Telefonumuzun şarjının her bir eksilişinde, aslında bizden bir şeyler
eksiliyor. Telefonumuz kapanacak diye huzursuz oluyoruz. Velhasıl, Matrix, 20.
yılında bizi “gerçeğin çölüne hoş geldiniz” diye selamlamaya devam ediyor…
18 Şubat 2019 Pazartesi
Bilinçli Bilgi Tüketimi
Obezite, son yıllarda
sıkça duyduğumuz bir kelime. Çok fazla besin tüketmek, fazla kalori almak, abur
cuburdan vazgeçememek ve bununla birlikte hareketsiz bir yaşam tarzına sahip
olmak, obeziteye davetiye çıkaran gerekçeler arasında sayılıyor. Bedenlerimizin
kilo almasına, midemizi doldururken aşırıya kaçmamıza, basküllerde üç rakamlı
sayıları görmeye alıştık. Canan Karatay’ın yalınkılıç mücadelesi, TLC’de
yayınlanan “Ağır Yaşamlar” belgeselinin ürkütücü hikâyeleri, eş, dost ve
akrabanın “biraz kilo mu aldın sen? Göbek de maşallah…” türü iğnelemeleri
sonucu obeziteye dair toplumumuzda belli bir bilinç düzeyine ulaşıldı. En
azından yediklerimiz konusunda daha dikkatli olmaya çalışıyor ve aldığımız
kalorileri azaltmaya gayret sarf ediyoruz.
Peki, “iletişim
obezitesi” olma durumumuz nedir? “İletişim obezitesi” kavramı, henüz
literatürde yok, ancak böyle giderse yakın zamanda bu kavramı çok sık duyacağız.
2008 yılında Barack Obama’nın başkanlık seçiminde internet kampanyasını yürüten
aktivist, teknoloji yazarı Clay A. Johnson’ın 2012’de kaleme aldığı ve 2013’te
Türkçeye “Bilgi Diyeti” adıyla çevrilen kitabının ana konusu bilinçli bilgi
tüketimi. Yazara göre; ıvır zıvır yiyecekler gibi gereksiz bilgiler de obezite
sebebidir ve eğer dikkat edilmezse, kişiler zihinsel anlamda obez olma
tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır.
İletişim; canlılar için ama özellikle de biz insanlar için hayati öneme sahip. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdekilerle iletişim halindeyiz. Bebeğin doğar doğmaz ağlaması, iletişim çabasının en belirgin işareti. “Sıcacık, sakin bir yerden soğuk/ yabanıl bir yere doğdum, üşüyorum ve burayı hiç sevmedim. Karnım acıktı, yemek istiyorum. Gazım var, rahatsızım. Altıma yaptım, temizlerseniz sevinirim” gibi birçok düşünceyi bebekler ağlayarak anlatır. Biraz büyüyünce gülümsemeye başlarlar. Güven duygusunun ete kemiğe bürünmesidir bu hal. Ardından konuşma gelir ve bu iletişimin olağan seyrine girmesi demektir. İletişim deyince aklımıza sadece konuşmak gelse de, konuşmamak da bir iletişim halidir. Biz iletişimciler buna “sözsüz iletişim” deriz. Bazı durumlarda saatler süren bir konuşmada anlatacaklarımızı, görmezden gelerek saniyeler içerisinde anlatıveririz. Zamanında devreye soktuğumuz jest ve mimiklerimizle, hiç uzatmadan, kısa keserek de yerinde bir iletişim sağlamış oluruz. Her an, konuşarak yahut susarak iletişim halindeyiz. Bu, yaratılıştan gelen, en önemli ve hayati özelliğimiz.
İletişim; canlılar için ama özellikle de biz insanlar için hayati öneme sahip. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdekilerle iletişim halindeyiz. Bebeğin doğar doğmaz ağlaması, iletişim çabasının en belirgin işareti. “Sıcacık, sakin bir yerden soğuk/ yabanıl bir yere doğdum, üşüyorum ve burayı hiç sevmedim. Karnım acıktı, yemek istiyorum. Gazım var, rahatsızım. Altıma yaptım, temizlerseniz sevinirim” gibi birçok düşünceyi bebekler ağlayarak anlatır. Biraz büyüyünce gülümsemeye başlarlar. Güven duygusunun ete kemiğe bürünmesidir bu hal. Ardından konuşma gelir ve bu iletişimin olağan seyrine girmesi demektir. İletişim deyince aklımıza sadece konuşmak gelse de, konuşmamak da bir iletişim halidir. Biz iletişimciler buna “sözsüz iletişim” deriz. Bazı durumlarda saatler süren bir konuşmada anlatacaklarımızı, görmezden gelerek saniyeler içerisinde anlatıveririz. Zamanında devreye soktuğumuz jest ve mimiklerimizle, hiç uzatmadan, kısa keserek de yerinde bir iletişim sağlamış oluruz. Her an, konuşarak yahut susarak iletişim halindeyiz. Bu, yaratılıştan gelen, en önemli ve hayati özelliğimiz.
İlk insandan 2000’li
yıllara kadar, bu şekilde idare ettik. “Yüz yüze iletişim” olarak
adlandırdığımız, bu tabii iletişim durumu, akıllı cep telefonlarının
yaygınlaşması ile yeni bir boyuta geçti. Özellikle sosyal medya
platformlarıyla, Facebook, İnstagram ve Twitter üçlüsüyle, WhatsApp türü anlık
mesajlaşma uygulamalarıyla, elimizden düşürmediğimiz cep telefonları, bunca
yıllık insanlık tarihi içerisinde alışageldiğimiz iletişim tarzımızı kökten
değiştirmeye başladı. Normalde bir elin parmağını geçmeyecek kadar insanla
iletişim halindeyken, şimdilerde yüzlerce kişiyle iletişim/ etkileşim
halindeyiz. Paylaştıkları durumlar, yazdıkları yorumlar, ekledikleri
fotoğraflar, bizlerden esirgemedikleri düşünceleriyle herkesin ne yapıp
ettiğini, ne düşündüğünü, neye kızdığını, neye sevindiğini, nelerle meşgul
olduğunu, an be an öğrenmiş oluyoruz. Takip ettiğimiz, takip etmesek de
takipçilerimizin takip ettiği her bir insanın ruh hali, gündelik tavrı, siyasi
duruşu, ideolojik konumu önümüze düşüyor, ekranımızda canlanıyor. Gözümüzle
şahitlik ettiğimiz bu iletişim hali, bünyemizde birikiyor. Zihnimizi
dolduruyor. Ruhumuzu ele geçiriyor. Sonuçta “iletişim obezitesi” olup
çıkıyoruz. Kafamızın içi arı kovanı gibi uğulduyor. Gerçek düşünce ve
duygularımıza ulaşmakta güçlük çekiyoruz.
Her tarafımızı saran abur
cubur bilgiler, tüm akşamlarımızı gasp eden televizyon programları, ekranlardan
sökün eden rengârenk reklamlar, mail kutularımızı dolduran binlerce e-posta,
bizleri daha da yalnızlaştıran, asosyalleştiren sosyal medya platformları… Eğer
dikkat etmezsek tüm bunlar, bizi sağlıksız bir şekilde şişmanlatıyor. Sadece
zamanınızı çalmakla kalmıyorlar, bizi düşünmekten, harekete geçmekten, sosyalleşmekten
ve üretmekten de alıkoyuyorlar. Zihinlerimiz şişmanladıkça bizler
tembelleşiyoruz. Empati yeteneğimiz başta olmak üzere birçok insani duygumuzu
yitiriyoruz.
Johnson'a göre, insanlar
diyetteyken neyi, nasıl ve ne ölçüde yiyecekleri konusunda seçici davranıyorsa,
bilgi konusunda da seçici olmaları şart: Bu gereksiz bilgi parçaları bize çok leziz
gelebilir; tıpkı kilolarımızın kaynağı olan o şekerli, yağlı, tuzlu abur
cuburlar gibi. Ama bu bilgi parçaları da en az onlar kadar zararlı. İşin en kötü
tarafı, kimse bizi pasta yemeye zorlamadığı gibi, bu faydasız bilgi sağanağında
ıslanmak için de zorlamıyor. Bu kötülüğü kendimize, yine kendimiz yapıyoruz. Açıkçası
bizden önceki nesillerin hayatları boyu maruz kaldığı iletişim ve enformasyon
miktarına, sadece bir ayda maruz kalmanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bu sıkıntıdan
kurtulmanın ilk adımı ise bilinçli bilgi tüketimidir.
Bilinçli bilgi tüketimi
için neler yapabileceğimiz hususunda, Johnson’ın izleğinde derlediğim önerileri
sıralarsak eğer:
1- Yerel ürün tüketin: Başka
ülkelerdeki gelişmeler hakkında bilgi edinmenin önemli olması yanında, çoğumuz,
gündelik hayatımız açısından pek de anlamı olmayan bu tarz uzak bilgilere
haddinden fazla ehemmiyet atfediyoruz. Oysa yerel haberler, bireyler için
küresel haberlerden daha anlamlı ve hayatla daha ilintilidir. Nasıl ki
bedenimiz için yerel ürün tüketmemiz öneriliyorsa, zihnimiz için de aynı
öneriyi verebiliriz. Dünyadaki her şeyden haberdar olmak mı, yaşadığımız
şehirde, mahallede olup bitenlere bigâne kalmak mı? Tercihimizi kendi
şehrimizden, mahallemizden yana kullanmamız gerekir.
2- Reklama daha az maruz
kalın: Zihinsel obeziteden kurtulma yolunda kayda değer değişiklikler elde
etmek istiyorsak, dürüst olan ve bize bilgi anlamında besin değeri yüksek
içerik tedarik eden kişileri/ kurumları malî açıdan desteklememiz gerekiyor.
Sağlıklı bir bilgi diyeti uygulayıcısının kendisini reklama boğacak bir siteye
kesinlikle üye olmaması beklenir. Her ne kadar imkânsız görünse de bilgiyi
reklama maruz kalmadan edinmek için çaba sarf etmeliyiz.
3- Aldığınız bilginin
çeşitliliğini artırın: Uzak durulması gereken şeyler sadece işlenmiş
bilgilerden ibaret değildir. Bir gıda diyetinin terimleriyle konuşacak olursak,
zihnin iştahını kabartan şeyin zaten inanmakta olduğunuz şeylerin teyidi
olduğunu söyleyebiliriz. Sağlıklı bir bilgi diyeti, hem içerik hem de bakış
açısı itibariyle çeşitlilik peşinde koşmayı gerekli kılar. Sağlıklı bir bilgi
diyeti için kesin kanaatlerimizi teyit edici içerikleri ancak belli bir ölçüde
tüketmeli, tarafgirliklerimizi kontrol altına almalı ve sahip olduğumuz
kanaatlere yönelik meydan okumalara mümkün olduğu kadar daha çok kulak
kabartmalıyız.
4- Sosyal medya
hesaplarınızı sadeleştirin: Herkesi takip etmek zorunda değilsiniz.
Paylaşımlarıyla size değer katan, olaylara farklı bakış açısıyla yaklaşan,
paylaşımlarında kültürel bir alt yapının varlığı hissedilen, lüzumsuz konularla
uğraşmayan, güncelin içerisinde dönüp durmayan farklı ve nitelikli kişileri
takip etmeye özen gösterin. Unutmayın ki abur cubur paylaşımlar, sizin adım
adım zihinsel obezite olmanıza sebep olur.
5- Televizyonlardaki
tartışma programlarına prim vermeyin: Özellikle haber kanallarının prime time
kuşaklarında sıklıkla yer verdikleri tartışma programlarının, insanların
zamanını boşa harcamak dışında pek bir işe yaradığı yok aslında. Ya “horoz
dövüşü” ya da “papağan sevimliliği” tadında geçmek zorunda bırakılan tartışma
programlarını hayatınızdan çıkarmak, kendi sağlığınız için atacağınız en önemli
adımlardan biri olacaktır.
İsterseniz bu beş maddeyi
kendiniz daha çoğaltabilirsiniz. Temel hedefimiz bilinçli bilgi tüketimi
olduktan sonra “kişiye özel zihinsel diyetler” uygulamaktan çekinmemeliyiz.
[Bu yazı 26.11.2018 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]
11 Ekim 2018 Perşembe
Der Standard Gazetesi 30 yaşında
İflah olmaz bir basılı gazete sevdalısıyım. Bu sevdanın oluşmasında, gözümü dünyaya ilk açtığımda evimizde gazeteyle tanışmamın büyük etkisi olduğuna inanıyorum. Ancak sadece bu durum, basılı gazete sevdamın kaynağını açıklamada yetersiz kalabilir. İçimden gelen; bastırılamayan, söndürülemeyen, öldürülemeyen bir gazete aşkına sahibim. Bu sevgi, salt bir gazeteye duyduğum ilgi ile açıklanamaz. Daha çok bu sevgiyi tasarımı, mizanpajı, görselliği kusursuz, ahenkli ve "soğuk" gazetelere duyuyorum diyebilirim. Amerika ve Avrupa'da örneklerine sıkça rastlayacağımız bu türden gazeteler, içimdeki ateşi harlamaya devam ediyor. Türkiye'de bu türden tasarım harikası gazete ne yazık ki yok. Daha önceleri denemeler olmuş ama hep akim kalmış.
Görüntüsü ile beni kendine hayran bırakan gazeteleri aramak, bulmak, dakikalarca sayfalarını incelemek, tasarımına dalıp gitmek, fontunu sevmek, ayrıntılarını keşfetmek en büyük hobim diyebilirim. Bu konuda Avrupa'nın farklı ülkelerinde yayımlanan bahsettiğim tarzda ciddi gazeteleri internetten üzerinden bulup inceliyorum. İşte o gazetelerden biri: Der Standard... Henüz bu muhteşem tasarıma ve içeriğe sahip gazeteyi elime alamadım, kokusunu içime sayfalarını çeviremedim. Ancak gazete ile ilgili internet üzerinden yaptığım araştırma neticesinde bulabildiğim bilgileri kaleme aldım. Bu tarz yazılara devam etmeyi umuyorum...
İlk sayısı 19 Ekim 1988 günü yayımlanan Avusturya’nın ne itibarlı gazetesi Der Standard, 30. yaşını kutlamanın mutluluğunu yaşıyor. Avusturyalı sanatçı/ ressam/ yazar Oscar Bronner tarafından kurulan gazetenin hedefi, Avusturya’nın The Newyork Times’ı olmaktı. Aradan geçen yıllarda, gazete bu hedefe oldukça yaklaşmış durumda. Bronner, Amerika’da yaşadığı yıllarda 13 yıl boyunca The Newyork Times gazetesini okuduğunu ve ülkesinde buna benzer bir gazete çıkarmanın hayalini kurduğunu belirtiyor. Ülkesindeki gazeteleri bulvar ve sahtekâr gazeteler olarak tanımlayan Bronner; "ciddi bir gazetenin hasretini çekiyordum ve nihayet Der Standard’ı çıkarmak için gereken adımı attım." sözleri ile anlatıyor macerasının başlangıcını. Bronner'in The Newyork Times sevgisi iki gazete arasında işbirliğine evrilmiş durumda. Der Standard, Pazartesi günleri okurlarına The Newyork Times isimli bir ek veriyor ki ekteki haberler The Newyork Times gazetesinden derleme.
Görüntüsü ile beni kendine hayran bırakan gazeteleri aramak, bulmak, dakikalarca sayfalarını incelemek, tasarımına dalıp gitmek, fontunu sevmek, ayrıntılarını keşfetmek en büyük hobim diyebilirim. Bu konuda Avrupa'nın farklı ülkelerinde yayımlanan bahsettiğim tarzda ciddi gazeteleri internetten üzerinden bulup inceliyorum. İşte o gazetelerden biri: Der Standard... Henüz bu muhteşem tasarıma ve içeriğe sahip gazeteyi elime alamadım, kokusunu içime sayfalarını çeviremedim. Ancak gazete ile ilgili internet üzerinden yaptığım araştırma neticesinde bulabildiğim bilgileri kaleme aldım. Bu tarz yazılara devam etmeyi umuyorum...
İlk sayısı 19 Ekim 1988 günü yayımlanan Avusturya’nın ne itibarlı gazetesi Der Standard, 30. yaşını kutlamanın mutluluğunu yaşıyor. Avusturyalı sanatçı/ ressam/ yazar Oscar Bronner tarafından kurulan gazetenin hedefi, Avusturya’nın The Newyork Times’ı olmaktı. Aradan geçen yıllarda, gazete bu hedefe oldukça yaklaşmış durumda. Bronner, Amerika’da yaşadığı yıllarda 13 yıl boyunca The Newyork Times gazetesini okuduğunu ve ülkesinde buna benzer bir gazete çıkarmanın hayalini kurduğunu belirtiyor. Ülkesindeki gazeteleri bulvar ve sahtekâr gazeteler olarak tanımlayan Bronner; "ciddi bir gazetenin hasretini çekiyordum ve nihayet Der Standard’ı çıkarmak için gereken adımı attım." sözleri ile anlatıyor macerasının başlangıcını. Bronner'in The Newyork Times sevgisi iki gazete arasında işbirliğine evrilmiş durumda. Der Standard, Pazartesi günleri okurlarına The Newyork Times isimli bir ek veriyor ki ekteki haberler The Newyork Times gazetesinden derleme.
Gazetenin 19 Ekim 1988'de yayımlanan ilk sayısı. |
Tasarımı, içeriği, görsel kullanımı, fontu, habere bakışı
ile ciddi bir gazete, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde yayımlanan Der
Standard, kendini liberal ve siyaseten bağımsız olarak tanımlamakla birlikte,
genelde merkez-sol çizgide kabul ediliyor. Bronner ise sol çizgi ifadesini kesinkes reddediyor; muhafazakar okur kitlesi içerisinde yer aldıklarını vurguluyor. Gazetenin ismi, aslında hedefin ne olduğunu gayet net anlatıyor. Gazetenin 30. Yıl dönümü için Avusturyalılara sorulan "Der Standard deyince aklınıza ne geliyor?" sorusuna verilen cevaplarda çoğunluğu; entelektüel, bağımsız, liberal, fikir çeşitliliği, tarafsızlık, objektif kavramlarının oluşturması da dikkati çekiyor.
Her gün ortalama 32 sayfa çıkan gazetede ortalama 1 sayfa spor, 6 sayfa dış haberler, 4 sayfa kültür/sanat yer alıyor. Ekonomi, TV Radyo yayınları, bilim, otomobil yer verilen diğer sayfalardan. Sayfalarında genelde bir ana fotoğrafın dışında başka bir görsele yer verilmiyor. Ancak o tek fotoğrafın özenli ve kaliteli olmasına önem veriliyor. Der Standard, 1995 yılında internette yayımlanan ilk Almanca gazete olma özelliğini taşıyor. Gazete, içeriğini halen internette bedava olarak sunmaya devam ediyor. Ücretsiz abone olma özelliğiyle, gazetenin tüm basılı sayfalarını ekrandan aynı şekliyle okuyabiliyorsunuz.
Her gün ortalama 32 sayfa çıkan gazetede ortalama 1 sayfa spor, 6 sayfa dış haberler, 4 sayfa kültür/sanat yer alıyor. Ekonomi, TV Radyo yayınları, bilim, otomobil yer verilen diğer sayfalardan. Sayfalarında genelde bir ana fotoğrafın dışında başka bir görsele yer verilmiyor. Ancak o tek fotoğrafın özenli ve kaliteli olmasına önem veriliyor. Der Standard, 1995 yılında internette yayımlanan ilk Almanca gazete olma özelliğini taşıyor. Gazete, içeriğini halen internette bedava olarak sunmaya devam ediyor. Ücretsiz abone olma özelliğiyle, gazetenin tüm basılı sayfalarını ekrandan aynı şekliyle okuyabiliyorsunuz.
1943 İsrail Hayfa doğumlu Oscar
Bronner, kendisini "iflah olmaz bir basılı gazete taraftarı" olarak niteliyor.
Basılı gazetelerin zor günlerden geçtiği, internet üzerinden yayıncılığın
revaçta olduğuna dair işaretleri aldığını ancak basılı gazetenin çıkabilmesi
için elinden geleni yapacağının altını çiziyor. Der Standard’ı sıkıcı ve
tekdüze bulanlar olduğuna dair bir soruya Bronner, gazetemizi öncelikle sadece gazete
okumak isteyenler için yapıyoruz diyerek cevaplıyor. Gazetesine o kadar sevgi dolu yaklaşıyor ki Bronner, Der Standarda'ın radyo spotlarını dahi kendi seslendiriyor. Bronner'ın gazete ve gazetecilik aşkı, büyük oğlunda hayat bulmuş gibi. Zira 1973 Viyana doğumlu büyük oğlu Alexander Mitteracker, gazetenin şu andaki genel yayın yönetmeni.
Gazetenin kurucusu Oscar Bronner. |
19 Ekim 1988’de yayımlanan ilk
sayısındaki editör yazısında “Der Standard, küçük ülkenin büyük sesi olacak”
ifadesi yer alıyordu. Gazete, 30 yıllık yaşamında bunu başardığını herkese
kanıtladı. Avusturya basını içerisinde ne dediğine dikkat kesilen, uluslararası camiada yaptığı/ yer verdiği haberleri önemsenen bir gazete konumunda bulunuyor. Bunda, gazetenin kurucusu Oscar Bronner’in her sene Bilderberg
Konferansı'na katılan birkaç Avusturyalıdan birisi olmasının da payı mutlaka
vardır.
Gazetenin ilk günlerinde kayda alınan ve kurucu ekibin, kendilerine uzun yılar ev sahipliği yapmış olan gazete binasına ilk kez hep birlikte geldikleri video Der Standard gazetesinin ne olduğuna dair önemli ipuçları barındırıyor. Videoda gazetenin kurucusu Oscar Bronner, Yüzüklerin Efendisi'ndeki büyücü Gandalf misali ağzında piposu ile görülüyor. Hatta kamera özellikle Bronner'in piposuna zum yapıyor. Gazete binasının tanıtımının yapıldığı videoda, Bronner'in yanı sıra gazetenin kurucu babaları da yer alıyor. Video, gazete çalışanlarının açık havada hep birlikte fotoğraf çekimi ile son buluyor. 1988 tarihinde böyle bir videonun düşünülmesi, bir anlamda gazeteye duyulan sevginin ve güvenin bir göstergesi aslında.
Gazetenin ilk günlerinde kayda alınan ve kurucu ekibin, kendilerine uzun yılar ev sahipliği yapmış olan gazete binasına ilk kez hep birlikte geldikleri video Der Standard gazetesinin ne olduğuna dair önemli ipuçları barındırıyor. Videoda gazetenin kurucusu Oscar Bronner, Yüzüklerin Efendisi'ndeki büyücü Gandalf misali ağzında piposu ile görülüyor. Hatta kamera özellikle Bronner'in piposuna zum yapıyor. Gazete binasının tanıtımının yapıldığı videoda, Bronner'in yanı sıra gazetenin kurucu babaları da yer alıyor. Video, gazete çalışanlarının açık havada hep birlikte fotoğraf çekimi ile son buluyor. 1988 tarihinde böyle bir videonun düşünülmesi, bir anlamda gazeteye duyulan sevginin ve güvenin bir göstergesi aslında.
Somon pembesi rengiyle ülkedeki
gazetelerden, görsel olarak da ayrılan Der Standard, günlük ortalama 100 binlik tirajıyla,
Avusturya’nın olduğu kadar, Almanca konuşulan coğrafyanın da en itibarlı gazeteleri arasında yer almayı sürdürüyor. Avusturya'da yapılan medya analizlerine göre gazete, ülkedekilerin %7'si tarafından okunuyor ki bu, Avusturya genelinde 525 bin okuyucu demek. Yine aynı analize göre Der Standard, akademisyenlerin %17'si tarafından en çok okunan ve beğenilen gazete olma özelliği de taşıyor. Gazete, okurla ilişkisini sıcak ve yakın tutmayı önemsiyor. Bu konuda özellikle Der Standard'ın kuruluş yıl dönümlerini okurlarıyla kutlamaya özen gösteriyor. Okurlarının gazeteye sahip çıkmasını isterken, içeriğiyle de okurlarının seviyesine katkı sunmayı ihmal etmiyor.
Hepimize gazete sevgisini yeniden hatırlattığı için Der Standard'a ve onun kurucularına en derin saygılarımızla... Nice 30 yıllara...
Hepimize gazete sevgisini yeniden hatırlattığı için Der Standard'a ve onun kurucularına en derin saygılarımızla... Nice 30 yıllara...
18 Eylül 2017 Pazartesi
Dinmek bilmez bir heyecan: Kadir Metin Akbaş
Giriş notu: Aşağıdaki güzel yazıyı, kadim dostum yazar ve şair Ömer Yalçınova www.dunyabizim.com sitesi için benden habersiz yazmıştı. 2015'in Ekim ayında yayınlanan yazıyı, olası bir kaybolma durumuna karşı bloğumda yayınlama kararı aldım... Güzel cümleleri için Ömer'e çok teşekkür ediyorum...
****
Kadir Metin Akbaş ender rastlanan bir heyecana sahiptir. Sanırım ne zaman onun ismini ansam ilk önce bu heyecanını anlatmak istemişimdir. Tabii bir de gözlerindeki canlılığı… Heyecanını ele vermekten çekinmeyen o gözler, dostlukla bakar çevresine, kesinlikle nefret, öfke, kin, garaz taşımaz. Ne zaman ona dostlukla uzanan bir el olsa, mutlaka tutar, taşıyabildiği yere kadar götürür.
İlk sayısını 2016'nın Ocak ayında Kırklareli'nde çıkardığımız Katı derginin ilk sayısı. |
Bunu Kadir Metin Akbaş’ın zor günlerimde gösterdiği arkadaşlıktan yola çıkarak söylüyorum. Hesapsızlığını, iyilikseverliğini, birlikte üzülüp birlikte sevinmesini gözlerimin önüne getirerek... Yani yola çıkılacaksa, işaret edebileceğim ilk ve birkaç isimden biridir Kadir Metin. Biraz da tabii o ilginç bilgeliğini fark edip, fark ettirmek isteyerek söylüyorum bunu. Yani ona her şeyi anlatmak zorunda değilsinizdir. O dinler, sonuna kadar dinler. Fakat anlatmasanız da Kadir Metin’in dinlediğini, gözlemlediğini, anladığını, daha doğrusu nabzınızı tuttuğunu çok sonradan fark edersiniz. Hareketlerinizden, mimiklerinizden, sesinizdeki kırılmadan, duruşunuzdaki eğiklikten Kadir Metin ne halde olduğunuzu yorumlar. Onun karşısındakini derinliğine anlamaya çalıştığını, küçük bir ayrıntıdan büyük bir hikâye yazabildiğini biliyorum. Kadir Metin’in belki de en çok bu tarafına güveniyorum. Görünenlerle yetinmemesine, hüsnü zannına, karşısındakine defalarca fırsat tanımasına, her defasında dinlemesine, dinlemekten usanmamasına ve kısa, özlü, keskin ve doğrudan sonuca varan tavsiyelerine…
Kadir Metin hareket, bereket, üretkenlik demektir...
Bir gün Kadir Metin’in gözlerindeki canlılığı göremem diye çok korktuğum olmuştur. Fakat o her defasında yeniden şaşırtmış, eksilen değil artan, çeşitlenen, boyut kazanan, biraz daha renklenen ve verimlileşen heyecanıyla yüzümü güldürmüştür. En umutsuz olduğum anlarda bile o canlı bakışlarıyla henüz yolun sonuna gelmediğimizi göstermiştir. Bunun için ayrıca bir şey yapmasına gerek yok. Onun kısa, özlü ve bilgi amaçlı soruları yeterlidir. Hemen düşünmeye başlarsınız Kadir Metin’le birlikteyken. Her konuda ve her tarzda… Hata yapmaktan korkmazsınız. O soru sorar ve siz o anda beyin fırtınası geçirmeye başlarsınız. Siz konuşurken araya başka başka sorular da ekler. O sorularla bir anda konunun farklı boyutlarına atlar, düşünme hızınızı artırırsınız. Kadir Metin’le birlikteyken daha önce düşünmediğiniz şeyleri düşünmeye başlarsınız. Söylemediğiniz şeyleri söylemeye, haberiniz olmayan şeylerden haberdar olmaya. Onun her sözü, her hareketi, her işaret ettiği nokta ayrı bir canlanmaya sebep olur.
İkincisi; Kadir Metin uzaklara bakmamamız gerektiğini gösterir. İlk önce yanındaki/ yakınındaki değerleri, üstünlükleri, yapılacakları işaret eder. Örneğin konu sıkıntısı çekmezsiniz onun yanında. Basit, küçük, ne önemi var canım diyerek ittiğiniz, bu yüzden de bir milim ilerleyemediğiniz noktalarda Kadir Metin ince zekasını konuşturur. Ve takıldığın küçüklüklerin hiç de küçük olmadığını söyler. O zaman harekete geçersiniz, tıkanan beyin damarlarınızın açıldığını hissedersiniz. Önce çevrenizdekilere bakarsınız. Oradan başlamanız gerektiğini ihtar eder Kadir Metin. Sen oturup ciltler dolusu yazılacak şeyleri düşünüp, plan yaparken, o, yazılması gereken kısa bir haberi veya denemeyi sana hatırlatır. O zaman ciltler dolusu yazılacak kitapları düşünüp, onları yazmaya bir türlü başlayamayıp, başlayamamanın ezikliği altında kalmaktan kurtulursunuz. Kadir Metin hareket, bereket, üretkenlik demektir. Boş oturmak, boş konuşmak, sıkıntılarla, bunalımlarla, karamsarlıklarla uğraşmak demek değildir.
O, alfabe’nin her şeyiydi...
Kadir Metin Konya’da alfabe adında bir fanzin çıkardı. Halen sorsalar, böyle bir dergi çıkar mı, çıkması gerekir mi diye, vereceğim cevap değişmeyecektir: Çıkmaz, çıkması da gerekmez. On yıl önce de Kadir Metin’e böyle söylemiştim. Çıkmaz böyle bir dergi. Maliyetli iş, mizanpajıydı, kapağıydı, dağıtımıydı… kim uğraşacak, üstelik merkez dergiler dururken yerel dergide kim yazmak isteyecek… Söylemeyi unuttuk: Kadir Metin’in karşısına bahanelerle çıkmayacaksın. Hemen anlar, müdahale eder. Tembellik ediyorsun veya sen bunu istemiyorsun diye can damarından yakalar. Neyse, alfabe çıkmaz, boş ver, otur hikâyeni, yazını yaz, yayımlayacak yer elbet bulunur dememe rağmen o, alfabe’yi 13 sayı çıkardı. Benim gibi ümitsiz konuşan hiç kimseyi dinlemedi. “Bir avuç genç”i bir araya getirdi. “Dergiyi ben okuyacağım, hiç kimse okumasa bile” dedi. O güne kadar hiçbir yerde yazmamış arkadaşlarımıza yazı yazdırdı. Yani hemen çetesini kurdu ve görev dağılımı yaptı. Yazacak konu bulamayana konu buldu. Hevesi olmayana heves aşıladı. Heyecanı olmayanı heyecanlandırdı. Tacettin Nükte’yle birlikte Nükte Kitabevi'ni bir kültür ortamına dönüştürdü.
“Hiç kimse okumasa bile ben okuyacağım” diyerek alfabe’nin her sayısını bitmek tükenmek bilmez bir heyecanla hazırladı Kadir Metin. Güya bizi de yayın kuruluna yazdı. Oysa benim yaptığım hiçbir şey yoktu. Yazımı bile geciktire geciktire yazardım. Ama Kadir Metin’in o heyecanını, dost canlılığını, ekip kurmasını, yazmasını, yazdırmasını, haftalık toplantılar düzenlemesini, herkesle ayrı ayrı ilgilenmesini şaşkınlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Lider olmak başka bir şeydir, büyük fedakarlıklar gerektirir. Kadir Metin sırtında çantası, kucağında bir top alfabe dergisinin yeni sayısıyla, Konya’yı adım adım dolaşırdı. Dergi reyonu olmayan kitapçılar bile Kadir Metin’in ikna ediciliğinden kurtulamamış ve alfabe satmaya başlamıştı.
Her dergiye bir Kadir Metin gerekir. O, alfabe’nin her şeyiydi. Kavgaysa kavga, dostluksa dostluk…. Kadir Metin’de bulunurdu. Onun editörlüğünde düşünmek ve yazmak istiyorsanız, ümmet bilincine, kaygısına saygılı olmanız yeterlidir. Ayrıntıda anlaşmasanız da olur. Hatta bağıra çağıra tartışabilir, ağır polemiklere girebilirsiniz. Kadir Metin kin tutmaz. Tartışmadır, orada oldu bitti, biz işimize bakalım der. Ne okuyorsun bugünlerde diye sorar mesela.
Her şey kötüye gitse...
Kadir Metin her şeyiyle güler, gözleriyle, sesiyle, el kol hareketleriyle. Gözleri gözlüklerinin arkasından afacan gülücükler saçar çevresine, sesinde her an kahkaha atacakmış gibi bir neşe vardır. Ve devam eder: Hangi gazete veya dergiyi takip ediyorsun? Her gazeteden, her dergiden haberdar olmak ister. Meraklıdır. Bilgiye her zaman kapısı açıktır. Değişiklikleri sever. Ayrım gözetmez. Kimin ne olduğunu çabuk çözer zaten. O yüzden şu gazeteden veya dergiden uzak durayım gibi önyargıları yoktur. Kendine ilginç, bende olmayan ve diğer kişilerde de çok rastlamadığım bir şekilde güvenir.
Her şey kötüye gitse, Kadir Metin namazını kılar, Kur’an-ı Kerim’ini okur ve yolunu bulur. Onun çok kederli anlarına da şahit olmuştum. Şiddetli dalgalar içinde boğuştuğunu da görmüştüm. Allah’ın ipine sarılarak kurtulduğunu, daha doğrusu kendine geldiğini biliyorum. Kimseden de yardım istememişti. Gelen dalgalara karşı tek başına durmuştu. Sanırım özgüveni, sarsılmaz iradesi, bitmeyen heyecanı biraz da bundan kaynaklanıyor: Allah’ın ipine sımsıkı sarılmasından, tek başına karar verebilmesinden, çevresine insan toplamaktaki hünerinden.
Sancaktar’ta ve daha ismini hatırlamadığım birkaç gazete ve dergide güzel yazılar yazdı Kadir Metin. Şimdilerde Diriliş Postası’nda köşe tutuyor. Son görüşmemizde alfabe’yi yeniden çıkarmaya başlasak nasıl olur diye sordu. Bendeki cevap aynı: Boş ver, gerek yok, bizden geçti artık. Fakat o, yine beni dinlemeyecektir. İyi ki de dinlemeyecektir.
[Yazının orijinal adresi: http://www.dunyabizim.com/portre/21621/dinmek-bilmez-bir-heyecan-kadir-metin-akbas ]
Ömer Yalçınova yazdı...
28 Ağustos 2016 Pazar
15 Temmuz Destanı
15 Temmuz şehitlerini
rahmetle, gazilerini minnetle anarak başlayalım söze. Rabbim, 100 yılda bir
yaşanacak bir musibet verdi, bu millet o musibet içerisinden muhteşem bir
hikâye çıkardı. 60 darbesinde evinden çıkmayan, 80 darbesinde perdenin ardından
sokağa bakan, 28 Şubat’ta dişlerini sıkan bu millet, 15 Temmuz akşamında “hangi
çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım/ kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner
aşarım” diyerek eşine az rastlanır bir destana imza attı. 15 Temmuz akşamı,
karanlığın en koyusunu yaşamaya hazırlanırken, aydınlık bir sabaha ulaşmamızı
sağlayan rabbime sonsuz şükürler olsun.
Darbe söylentisinin ilk
duyulduğu anda sosyal medyadan tepkisini veren, darbeye karşı restini çeken,
abdestini alıp Türk bayrağıyla sokağa çıkan milyonlar, hepimizi bu topraklar
adına bir kez daha umutlandırdı. Bu toprakların dedelerinden, ninelerinden,
kadınlarından, erkeklerinden, çocuklarından umudunu kesen her kim varsa, 15
Temmuz akşamında hakikatin bambaşka bir tezahürü olduğunu gördü. İlk gecede hiç
düşünmeden kararını bu milletten, bu topraklardan, bu ülkeden yana yapanlarla;
sonrasında havayı koklayıp, işi garantiye alıp asayiş berkemal olunca meydana
çıkanlar arasında dağlar kadar fark olduğunu hiçbir zaman unutmayacağız.
Darbecileri durdurmak için canından, malından vazgeçenlerle sonrasında bunun
edebiyatını yapanları, bunun cakasını satanları, bunun sefasını sürenleri aynı
kefeye koymayacağız. 15 Temmuz akşamında darbe haberini alır almaz üstünü bile
değiştirmeden pijamasıyla sokağa çıkıp ilk gördüğü tankın önüne yatanlarla, kurşunlara
aldırmadan yürüyenlerle, o gece evinden dışarı adım atmayıp saklananları bir
tutmayacağız.
15 Temmuz akşamında tüm
Türkiye tek bir sloganla yankılandı: Ya Allah, Bismillah, Allahuekber… Darbe
girişiminin ilk saatlerinde tavrını açıkça bu milletten yana koyan Devlet
Bahçeli sayesinde ülkücü camia, sokaklarda darbecilere karşı en önde saflarda
yer aldı. Üç hilalli bayraklarıyla, kurt başı el işaretleri ve dillerinde Ya
Allah, Bismillah, Allahuekber sloganlarıyla bu ülkenin karanlığını aydınlığa
çevirmede başrolü oynadılar. Bu duruşlarını hiçbir zaman unutmayacağız. “Vatanseverlik
nedir?” sorusunun cevabını ete kemiğe büründürdüler. Zor zamanda konuşmanın
önemini hatırlattılar. Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır sözünü hayata geçirdiler.
O akşam en ön safta yer
alıp, tanka, silaha, bombaya karşı ülkesini savunanlar arasında Saadet
Partisi’nden yiğitler de vardı. Ve onlardan 15’i darbecilerin kurşunları ile
şehit düştü. Belki daha o akşam haberleri izlerken Ak Parti’yi, Erdoğan’ı
eleştirmişlerdi ama darbe yapılacağını haber alır almaz parti rozetlerini bir
kenara bırakıp meydanlara atıldılar. Onlar, 28 Şubat’ta bu millete yapılanın
aynısının hatta daha fazlasının 15 Temmuz sonrasında yapılacağını bildikleri
için çıktılar sokaklara. O dönemde Erbakan yalnız bırakılmıştı, bugün de
Erdoğan aynı akıbete uğramasın diye kurşunlara siper oldular. Milli Gençlik
Vakfı’nda, Anadolu Gençlik Derneği’nde öğretilen vatan sevgisinin, bayrak
sevgisinin, ümmet bilincinin gereğini yerine getirdiler.
Şimdi temizlik zamanı…
Bir yandan şehitlerimizin aziz hatıralarını yâd edeceğiz bir yandan da ülkemizi
bu FETÖ’cü hainlerden tek tek temizleyeceğiz. TSK içerisinde yuvalanan,
emniyete, yargıya, diğer önemli kurumlara çöreklenen bu yapı, buralardan bir
daha geri gelmeyecek şekilde sökülüp atılmalı. Bu yetmez. TSK başta olmak üzere
tüm kurumların tertemiz, ferah, şeffaf ve emin kalabilmesi için buraların
tamamen, ardına kadar millete açılması gerekiyor. Bu milletin çocukları hiçbir
sınırlamaya uğramadan, hak ettiği şekilde bu kurumlarda yerini almalı. FETÖ
gibi sinsilerin bu kurumlara sızmasını engellemek için bu kurumlar milletin tüm
ferdine açık olmalı. Bu ülkenin çocukları, bu iklimin çocukları, bu toprakların
çocukları buralarda özgürce ve kendi benlikleriyle yer almalı. Bu kurumlar;
ezandan, saladan, camiden, mehter marşından, tekbirden, başörtüsünden
korkanlara değil, bunlar için canını verecek olanlara açılmalı. Bu kurumlarda
halkına tepeden bakanlar değil, halkıyla omuz omuza olanlar istihdam edilmeli.
Askerle milleti buluşturun, bu iki değeri bir birine kavuşturun. “Rütbe omuzda
duran değildir, yürekte olandır” anlayışıyla hareket edenleri baş tacı edin.
Karanlık odaklara, kökü dışarda olanlara hizmet edenlere değil, bu millete
hizmet edecek insanlara makam mevki, rütbe verin.
7 Şubat 2012’de Mit
Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ile başlayan, Haziran 2013’deki
Gezi Kalkışması ile alenileşen, 17-25 Aralık ile keskinleşen savaş, inşallah,
15 Temmuz 2016’da yepyeni bir merhaleye evirilmiş oldu. 40 yıl boyunca bu
ülkeyi, bu ülkenin kurumlarını saran şer şebekesi son kalkışması ile intihar
ettiğini cümle âleme gösterdi. Mücadele bitmedi, kıyamete kadar devam edecek.
Bundan sonra daha uyanık olacağız. Feraset sahibi olacağız. Her mevzuda kılı
kırk yaracağız. Kimseye aklımızı kiraya vermeyeceğiz. Her “Allah” diyene kul
köle olmayacağız. Her bebek yüzlüye kanıp, benliğimizi her koşulda ona teslim
etmeyeceğiz. Soracağız, sorgulayacağız.
Bu darbe girişimi ile bir
şeyi de kafamıza mıh gibi çaktık; bundan böyle oğullarımızı, kardeşlerimizi,
yeğenlerimizi askere gönderirken onlara şunu söyleyeceğiz: Eğer sizi darbe
yapmak için, millete kurşun sıkmak için zorla sokağa çıkarırlarsa, ilk fırsatta
üniformanı çıkar ve halkın arasına karış...
22 Nisan 2016 Cuma
Herkesin bir derdi var durur içerisinde
Yaş akar gözüm sızlar /Ne
kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde... Volkan Konak’ın en
bilinen, en hüzünlü şarkısından bir dörtlükle girdim yazıya. Annem çok severdi
bu şarkıyı. En çok da “herkesin bir derdi var durur içerisinde” mısrasını
mırıldanırdı. Eminim bu şarkının tamamını baştan sona hiç dinlemedi. Şarkının
neyden bahsettiğini dahi bilmiyordu belki de ama bu mısra onun için çok şey
ifade ediyordu. Canı bir şeye sıkıldığında, birine hüzünlendiğinde “herkesin
bir derdi var durur içerisinde” derdi, susardı.
Nedense benim de dilime
takılır bu şarkı. Bir nevi annemden miras… 15 Mayıs akşamı hastaneye kaldırdık
annemi. Üçüncü felcini geçirdiğini bilmiyorduk. “Bana bir şey oluyor” dediğinde,
kardeşimle birlikte koluna girmiştik bile. Annemden duyduğum son cümle babamın
adı oldu; “İbrahim bana bir şey oluyor” dedi, sustu… Ağzı kapandı, gözleri
kapandı, bilinci kapandı. Hastaneye yatırdık. 45 gün boyunca hiç değişmedi
durumu. Bilinci hep kapalıydı. Konuşmadı. Duymadı. Bir “ah” bile demedi. Her
Pazar ziyaretine gittiğimde bir bebek gibi yatışını izler, ağarmış saçlarını
okşar, ellerinden öper, yanaklarını sever dönerdim eve… Yaş akar gözüm sızlar
/Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde...
Takvim yaprakları
Haziran’ın 30’unu gösterdiği günün sabahı, yoğun bakımdaki 46. gününde
hastaneden arayıp “annenizin durumu kritik” dediler. Biz hastaneye varana kadar
gitti annem… Helalleşemeden… Dertleşemeden… Son nefesinde yanında olamadan…
İnsanın annesi ölünce, ne diyeceğini bilemiyor. Ne düşüneceğini. Ne
hissedeceğini. Ne yapacağını… Anneler evlatlarını dünya hayatında her şeye
hazırlıyor da, bir bu veda’ya hazırlıksız yakalanıyor evlatlar. Yapayalnız
kalıveriyor insan. “Çektiği acılar günahlarına kefaret olsun” diye ağlıyorsun
sadece. "Günahlarını görmesinler, yaptığı iyi amelleri hatırlasınlar.
Ahiret yurdunda hiç zahmet çekmesin" istiyorsun. Kusurları örtülsün,
günahları dökülsün, yanlışları silinsin istiyorsun. Yoksa ötesini yüreğini
kaldırmayacağını iyi biliyorsun.
Ertesi gün annemi kendi
ellerimle koydum kabrine. Kefen bağlarını çözdüm. Yönü kıbleye dönük kalsın
diye, sırtına toprağını ben belerttim. Canından, kanından, ruhundan, kaderinden
karıldığım annemi toprağın bağrına emanet ettim. Bir evladın annesine vedası
oluyormuş bu. Yaşayınca öğrendim. Sonrasında ne kadar da gitsen yanına, ilk
günün vedası bir başka oluyormuş. Sonradan fark ediyor insan. Her hafta sonu gitsem
de yanına, her gün biraz daha uzaklaşıyor annem benden. Günler bir bir
eskidikçe, hatıralar daha bir ağır basıyor. Toprağa verdiğim ilk günü hiç
unutamıyorum... Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi
var /Durur içerisinde...
Annem bu dünyadan gideli
tam 3 ay oldu. Onsuz 90. günü devirdik. Sancaktar dergisine ilk yazımı yazmak
için masama geçtiğimde, aklımda bin tane farklı konu vardı; Suriye’den Mısır’a,
R4bia’dan Esma’ya farklı konular için besmele çekmeye niyetlenmiştim. Ama
olmadı. Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur
içerisinde... Mısraları gelip konuverdi dilime. Annem gelip konuverdi hatırıma.
Annemi yazmadan başka bir konuya değinmek gelmedi içimden. Eğer kabul ederseniz
Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Afganistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da
annesini kendi elleriyle toprağa vermek zorunda kalan evlatlar adına yazmış
olayım ben yazıyı.
Not I: Bu yazı haftalık Sancak Dergisinin 40. sayısında yayınlandı. (04-10 Ekim 2013)
Not II: Fotoğrafta vefatından 7 ay önce annem ve en küçük torunu oğlum Görkem Çelebi Akbaş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)