21. yüzyıl, insanoğlunun
iletişim konusunda sınırları zorladığı, her şeye ve herkese sınırsız erişim
imkânına sahip olduğu, kendisini aştığı ve dünyayı baş döndüren bir değişime
uğrattığı, kaotik bir sürecin başlangıç noktası olarak hatırlanacak. İnternet
ve özelde sosyal medya platformlarının iletişim ihtiyacımızı gidermekten daha
fazlasını yerine getirmek için oluşturulduğu konusunda neredeyse hiç şüphe duymuyoruz.
Her ne kadar sosyal medyanın yararlı işler yapmak için güzel bir platform olduğu
sıkça dile getirilse de işin derinine inildikçe bir şeylerin ters gittiğine ya
da gideceğine dair kötü bir his kaplıyor içimizi. Sosyal medya platformlarıyla
ilgili sıkça dillendirilen, “bir ürüne onu kullanmak için para vermiyorsanız,
büyük ihtimalle ürün sizsinizdir” uyarısı, bu şüphemizi ve endişemizi daha bir artırıyor.
Hemen her konuda kendini
aşması gerektiği üzerine bolca propagandaya maruz kalan insanoğlu, internet
vasıtasıyla içine sokulduğu bu ışıltılı yolun, karanlık bir çıkmaz sokak
olduğunu henüz fark edebilmiş değil. Özellikle yapay zekâ konusundaki
gelişmelerin baş döndürücü seviyeye ulaşması, nesnelerin interneti olarak
isimlendirilen ve insanların birçok işte devre dışı kalmasına yol açacak
sürecin hızlandırılması, 5G teknolojisinin adım adım yaklaşması, robotların
daha da akıllanması ve kendi başlarına hareket edecek kadar güçlenmesi,
insanlık için karanlık bir geleceği işaret ediyor.
Aslında her şey insanın
daha uzun yaşaması, daha acısız/ ağrısız bir yaşam sürmesi, yaşlanmaması,
güçsüzleşmemesi, unutmaması, mutsuz olmaması için tasarlandı. Daha önce yaşayan
insanların sahip olamadığı tüm özellikleri bünyesinde barındıran bu mükemmel
insanın oluşabilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Rönesans ve
Aydınlama’nın asıl amacı bir anlamda bu mükemmel insana ulaşma yolunda atılması
gereken adımlardı. Rönesans; resim, mimari ve edebiyat üzerinden, Aydınlanma
ise akıl, bilim ve teknik üzerinden kendini gerçekleştirdi. İçinden geçtiğimiz
üçüncü aşamanın temel amacı ise teknoloji, genetik ve sibernetik temelli bir
dönüşümü hedeflemektedir. Rönesans ve Aydınlanma; “Hümanizm” adı verilen yeni
düşünce sistematiğinin ortaya çıktığını müjdeliyordu. Bir anlamda Hümanizm,
insanın, her şeyin ölçütü olması, yani tanrılaştırılmasıydı. İnsanın ve
dünyanın dönüşümünü hedefleyen bu düşünce sistematiğinin ulaşmayı düşlediği nihai
dünya ise “Post-human” yani “insan sonrası” dönemdi. O dönemin geçiş evresi ise
“Transhümanizm” olarak adlandırılıyor. Bu konuda Batı’da oluşan literatür kıyısız
bir denizi andırırken, ülkemizde bu konular henüz yeterli ilgiyi görmüş değil.
Doç. Dr. Ahmet Dağ’ın kaleme aldığı ve Elis Yayınları tarafından yayımlanan
“Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü” başlıklı kitap, hem ismiyle hem
de içeriğiyle bir ilk olma özelliği taşıyor. Yazara göre hümanizm; insanı
hurafenin/ dinin/ maneviyatın/ aşkın olanın zincirlerinden kurtarmayı hedeflemişti,
transhümanizm ise insanı biyolojik/ genetik zincirlerinden kurtarmayı vaat
etmektedir: “Transhümanizm; temel olarak pratik akılla insanı geliştirme
arzusunu, insan zekâsını, fiziksel ve psikolojik kapasitesini artırma ve
yaşlanmayı ortadan kaldıran teknolojileri geliştirme imkânını olumlar. Genetik
devrim, DNA’yı modifiye ederek insanoğlunun doğasını geliştirecektir. Ve
nihayetinde insanı kozmik varlık boyutundan çıkarıp teknolojiye eklemlenmiş bir
varlık türü haline getirecektir.” (Dağ, 2018: 239)
Kitabında “transhümanizm”in
adım adım izini süren ve bu konuda Antik Yunan’dan başlayıp Hıristiyan
inancının köklerine kadar inen Ahmet Dağ’a göre; insan hayatını kolaylaştırma
amacında olduğunu iddia eden transhümanizm; popüler bir akım olmaktan daha çok,
araç ve yöntemleri olan, dönüştürücü, bilimsel- teknolojik, sosyal ve kültürel
boyutları olan ideolojidir. “Bu ideolojinin mümessilleri; nano- bilim, nöro-
biyoloji, genetik mühendisliği, modern tıp, enformasyon teknolojisi, bilgisayar
ve yapay zekâ üzerine çalışan bilim adamlarıdır. Transhümanistler için bu
teknolojiler ile mühendisler ve bilim adamları tarafından yönetilen güç
aygıtları; sosyal, iktisadi, kültürel ve biyolojik değişimleri meydana
getirecek unsurlardır.” (Dağ, 2018: 131)
Bilim kurgu romanları ile
başlayan bu süreç, beyaz perdeye yansıyan filmlerle adeta insanın varacağı
nihai noktayı gözler önüne serdi. Modern zamanlarda Amerikalı bilim insanı ve
bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un başını çektiği düşünürlerin hayal dünyası,
bir müddet sonra gerçeğin ta kendisi olup çıktı. Terminatör, Matrix, Avatar, I,
Robot, Wall- E ve benzeri filmlerle insan sonrası döneme bizi hazırlayan; Lucy,
Ex Machina ve Transcendence gibi insanla bilgisayarı/ interneti mecz eden filmlerle
bu dönemi canlı bir şekilde betimleyen ve adeta kanıksamamızı sağlayan
transhümanistler, aynı zamanda bilgisayar ve internet temelli yeni nesil şirketlerin
yapay zekâ, nanoteknolojiler, genetik bilimi ve uzay çalışmaları ile de bu dönemi
inşa etmeye başladılar. Evrim teorisinin eleştirilemez bir konuma
getirilmesiyle, atacağı her adımdan önce zar atan tesadüfler tanrısının
merhametine terk edilen insanoğlu, bilim ve teknolojinin tek gerçek hakikat
olduğu konusunda ikna edilmişe benziyor. Kutsalın yerinin olmadığı ve sözünün
geçmediği bu evrende, kutsalı çağrıştıran bir insanın da var olmaması
gerekiyor. Bunun yolu ise bir tanrı tarafından yaratılmış olan insanın,
tanınmayacak ve kendisini aşacak şekilde mutlaka değişime uğramasından
geçmektedir. Dağ’a göre; “kendi zekâsını aşan, zekâsının modellemesinden
hareketle yapılan daha üstün yapay zekâlara ve kendi bedenini aşan biyonik
adamlara yerini bırakan insan, gittikçe hakikatinden uzaklaşıp yapay hale
gelmektedir. Böylece insanlık, organik süreçten, mekanik sürece taşınmaktadır.”
(Dağ, 2018: 127)

Otomobiller,
bilgisayarlar ve diğer teknolojik araçlarla hayatının kolaylaştığına
inandırılan insan, bir anlamda makineler olmadan hiçbir şey yapamaz hale geldi.
Makinelerin yardımcılığı, yakın bir gelecekte yerini makinelerin hâkimiyetine
bırakacak. İlginç olansa Transhümanistler için makbul olan büyük ve hantal
makineler değil, küçük ve hafif çipler, yani nano-teknolojilerdir. Popüler teknoloji
şirketlerinin bugünlerde ana hedefini bu oluşturuyor artık. Bir yandan nanoteknolojik
bir düzen inşa edilirken bir yandan da insan, sanal dünyaya adapte edilmeye
çalışılıyor. Tıpkı, Fransız filozof Jean Baudrillard’ın 1996 yılında kaleme
aldığı “Tam Ekran” isimli makalesinde “bilgisayar gerçek bir protezdir” derken
bahsettiği tarzda bir adaptasyon. Yaşamını, düşüncelerini, hayat tarzını,
fantezilerini, inançlarını, eğlencesini, karamsarlığını, ideolojilerini sanal
dünyaya transfer eden/ yükleyen insan, bir anlamda, kendi elleriyle inşa ettiği
avatarının gölgesinde kalmış oluyor. Sosyal medyada paylaştıklarımız kadarıyla
mutluyuz, orada göründüğümüz kadar varız, oradaki pozlarımızdan anlaşıldığı
kadar bilgiliyiz, orada beğenildiğimiz kadar popüleriz, orada takip edildiğimiz
kadar muteberiz artık. Gerçek hayatta bir gün ölsek bile, sanal âlemde
yaşayacağız, profilimiz silinmediği müddetçe “orada” var olmayı sürdüreceğiz.
Daha önce yazdıklarımız da tekrar tekrar paylaşılacak ve böylece sanki
yaşıyormuşuz gibi muamele görmeye devam edeceğiz.
İnsanın ve dünyanın
dönüşümüne dair karanlık bir tablo çizen, bu geçiş dönemini durdurulabilecek ve
engel olunabilecek bir süreç olarak görmediğini belirten Felsefe Doçenti Dağ,
bu sürecin zaaf ve imkânları konusunda özellikle akademinin daha fazla
sorumluluk alması gerektiğini söylüyor. Transhümanizm başladı ve baş döndürücü
bir hızla ilerliyor. Bu süreçte ne kadar özne ve ne kadar figüran olacağımız
meselesi hem kendi geleceğimizi hem de insanlığın geleceğini belirleyecek.
Sanırım bu konuda her şeyden önce, yeterli yerli literatürün oluşması, ilk
hedefimiz olmalı.
[Bu yazı 15.03.2019 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder