Obezite, son yıllarda
sıkça duyduğumuz bir kelime. Çok fazla besin tüketmek, fazla kalori almak, abur
cuburdan vazgeçememek ve bununla birlikte hareketsiz bir yaşam tarzına sahip
olmak, obeziteye davetiye çıkaran gerekçeler arasında sayılıyor. Bedenlerimizin
kilo almasına, midemizi doldururken aşırıya kaçmamıza, basküllerde üç rakamlı
sayıları görmeye alıştık. Canan Karatay’ın yalınkılıç mücadelesi, TLC’de
yayınlanan “Ağır Yaşamlar” belgeselinin ürkütücü hikâyeleri, eş, dost ve
akrabanın “biraz kilo mu aldın sen? Göbek de maşallah…” türü iğnelemeleri
sonucu obeziteye dair toplumumuzda belli bir bilinç düzeyine ulaşıldı. En
azından yediklerimiz konusunda daha dikkatli olmaya çalışıyor ve aldığımız
kalorileri azaltmaya gayret sarf ediyoruz.
Peki, “iletişim
obezitesi” olma durumumuz nedir? “İletişim obezitesi” kavramı, henüz
literatürde yok, ancak böyle giderse yakın zamanda bu kavramı çok sık duyacağız.
2008 yılında Barack Obama’nın başkanlık seçiminde internet kampanyasını yürüten
aktivist, teknoloji yazarı Clay A. Johnson’ın 2012’de kaleme aldığı ve 2013’te
Türkçeye “Bilgi Diyeti” adıyla çevrilen kitabının ana konusu bilinçli bilgi
tüketimi. Yazara göre; ıvır zıvır yiyecekler gibi gereksiz bilgiler de obezite
sebebidir ve eğer dikkat edilmezse, kişiler zihinsel anlamda obez olma
tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır.
İletişim; canlılar için ama özellikle de biz insanlar için hayati öneme sahip. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdekilerle iletişim halindeyiz. Bebeğin doğar doğmaz ağlaması, iletişim çabasının en belirgin işareti. “Sıcacık, sakin bir yerden soğuk/ yabanıl bir yere doğdum, üşüyorum ve burayı hiç sevmedim. Karnım acıktı, yemek istiyorum. Gazım var, rahatsızım. Altıma yaptım, temizlerseniz sevinirim” gibi birçok düşünceyi bebekler ağlayarak anlatır. Biraz büyüyünce gülümsemeye başlarlar. Güven duygusunun ete kemiğe bürünmesidir bu hal. Ardından konuşma gelir ve bu iletişimin olağan seyrine girmesi demektir. İletişim deyince aklımıza sadece konuşmak gelse de, konuşmamak da bir iletişim halidir. Biz iletişimciler buna “sözsüz iletişim” deriz. Bazı durumlarda saatler süren bir konuşmada anlatacaklarımızı, görmezden gelerek saniyeler içerisinde anlatıveririz. Zamanında devreye soktuğumuz jest ve mimiklerimizle, hiç uzatmadan, kısa keserek de yerinde bir iletişim sağlamış oluruz. Her an, konuşarak yahut susarak iletişim halindeyiz. Bu, yaratılıştan gelen, en önemli ve hayati özelliğimiz.
İletişim; canlılar için ama özellikle de biz insanlar için hayati öneme sahip. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdekilerle iletişim halindeyiz. Bebeğin doğar doğmaz ağlaması, iletişim çabasının en belirgin işareti. “Sıcacık, sakin bir yerden soğuk/ yabanıl bir yere doğdum, üşüyorum ve burayı hiç sevmedim. Karnım acıktı, yemek istiyorum. Gazım var, rahatsızım. Altıma yaptım, temizlerseniz sevinirim” gibi birçok düşünceyi bebekler ağlayarak anlatır. Biraz büyüyünce gülümsemeye başlarlar. Güven duygusunun ete kemiğe bürünmesidir bu hal. Ardından konuşma gelir ve bu iletişimin olağan seyrine girmesi demektir. İletişim deyince aklımıza sadece konuşmak gelse de, konuşmamak da bir iletişim halidir. Biz iletişimciler buna “sözsüz iletişim” deriz. Bazı durumlarda saatler süren bir konuşmada anlatacaklarımızı, görmezden gelerek saniyeler içerisinde anlatıveririz. Zamanında devreye soktuğumuz jest ve mimiklerimizle, hiç uzatmadan, kısa keserek de yerinde bir iletişim sağlamış oluruz. Her an, konuşarak yahut susarak iletişim halindeyiz. Bu, yaratılıştan gelen, en önemli ve hayati özelliğimiz.
İlk insandan 2000’li
yıllara kadar, bu şekilde idare ettik. “Yüz yüze iletişim” olarak
adlandırdığımız, bu tabii iletişim durumu, akıllı cep telefonlarının
yaygınlaşması ile yeni bir boyuta geçti. Özellikle sosyal medya
platformlarıyla, Facebook, İnstagram ve Twitter üçlüsüyle, WhatsApp türü anlık
mesajlaşma uygulamalarıyla, elimizden düşürmediğimiz cep telefonları, bunca
yıllık insanlık tarihi içerisinde alışageldiğimiz iletişim tarzımızı kökten
değiştirmeye başladı. Normalde bir elin parmağını geçmeyecek kadar insanla
iletişim halindeyken, şimdilerde yüzlerce kişiyle iletişim/ etkileşim
halindeyiz. Paylaştıkları durumlar, yazdıkları yorumlar, ekledikleri
fotoğraflar, bizlerden esirgemedikleri düşünceleriyle herkesin ne yapıp
ettiğini, ne düşündüğünü, neye kızdığını, neye sevindiğini, nelerle meşgul
olduğunu, an be an öğrenmiş oluyoruz. Takip ettiğimiz, takip etmesek de
takipçilerimizin takip ettiği her bir insanın ruh hali, gündelik tavrı, siyasi
duruşu, ideolojik konumu önümüze düşüyor, ekranımızda canlanıyor. Gözümüzle
şahitlik ettiğimiz bu iletişim hali, bünyemizde birikiyor. Zihnimizi
dolduruyor. Ruhumuzu ele geçiriyor. Sonuçta “iletişim obezitesi” olup
çıkıyoruz. Kafamızın içi arı kovanı gibi uğulduyor. Gerçek düşünce ve
duygularımıza ulaşmakta güçlük çekiyoruz.
Her tarafımızı saran abur
cubur bilgiler, tüm akşamlarımızı gasp eden televizyon programları, ekranlardan
sökün eden rengârenk reklamlar, mail kutularımızı dolduran binlerce e-posta,
bizleri daha da yalnızlaştıran, asosyalleştiren sosyal medya platformları… Eğer
dikkat etmezsek tüm bunlar, bizi sağlıksız bir şekilde şişmanlatıyor. Sadece
zamanınızı çalmakla kalmıyorlar, bizi düşünmekten, harekete geçmekten, sosyalleşmekten
ve üretmekten de alıkoyuyorlar. Zihinlerimiz şişmanladıkça bizler
tembelleşiyoruz. Empati yeteneğimiz başta olmak üzere birçok insani duygumuzu
yitiriyoruz.
Johnson'a göre, insanlar
diyetteyken neyi, nasıl ve ne ölçüde yiyecekleri konusunda seçici davranıyorsa,
bilgi konusunda da seçici olmaları şart: Bu gereksiz bilgi parçaları bize çok leziz
gelebilir; tıpkı kilolarımızın kaynağı olan o şekerli, yağlı, tuzlu abur
cuburlar gibi. Ama bu bilgi parçaları da en az onlar kadar zararlı. İşin en kötü
tarafı, kimse bizi pasta yemeye zorlamadığı gibi, bu faydasız bilgi sağanağında
ıslanmak için de zorlamıyor. Bu kötülüğü kendimize, yine kendimiz yapıyoruz. Açıkçası
bizden önceki nesillerin hayatları boyu maruz kaldığı iletişim ve enformasyon
miktarına, sadece bir ayda maruz kalmanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bu sıkıntıdan
kurtulmanın ilk adımı ise bilinçli bilgi tüketimidir.
Bilinçli bilgi tüketimi
için neler yapabileceğimiz hususunda, Johnson’ın izleğinde derlediğim önerileri
sıralarsak eğer:
1- Yerel ürün tüketin: Başka
ülkelerdeki gelişmeler hakkında bilgi edinmenin önemli olması yanında, çoğumuz,
gündelik hayatımız açısından pek de anlamı olmayan bu tarz uzak bilgilere
haddinden fazla ehemmiyet atfediyoruz. Oysa yerel haberler, bireyler için
küresel haberlerden daha anlamlı ve hayatla daha ilintilidir. Nasıl ki
bedenimiz için yerel ürün tüketmemiz öneriliyorsa, zihnimiz için de aynı
öneriyi verebiliriz. Dünyadaki her şeyden haberdar olmak mı, yaşadığımız
şehirde, mahallede olup bitenlere bigâne kalmak mı? Tercihimizi kendi
şehrimizden, mahallemizden yana kullanmamız gerekir.
2- Reklama daha az maruz
kalın: Zihinsel obeziteden kurtulma yolunda kayda değer değişiklikler elde
etmek istiyorsak, dürüst olan ve bize bilgi anlamında besin değeri yüksek
içerik tedarik eden kişileri/ kurumları malî açıdan desteklememiz gerekiyor.
Sağlıklı bir bilgi diyeti uygulayıcısının kendisini reklama boğacak bir siteye
kesinlikle üye olmaması beklenir. Her ne kadar imkânsız görünse de bilgiyi
reklama maruz kalmadan edinmek için çaba sarf etmeliyiz.
3- Aldığınız bilginin
çeşitliliğini artırın: Uzak durulması gereken şeyler sadece işlenmiş
bilgilerden ibaret değildir. Bir gıda diyetinin terimleriyle konuşacak olursak,
zihnin iştahını kabartan şeyin zaten inanmakta olduğunuz şeylerin teyidi
olduğunu söyleyebiliriz. Sağlıklı bir bilgi diyeti, hem içerik hem de bakış
açısı itibariyle çeşitlilik peşinde koşmayı gerekli kılar. Sağlıklı bir bilgi
diyeti için kesin kanaatlerimizi teyit edici içerikleri ancak belli bir ölçüde
tüketmeli, tarafgirliklerimizi kontrol altına almalı ve sahip olduğumuz
kanaatlere yönelik meydan okumalara mümkün olduğu kadar daha çok kulak
kabartmalıyız.
4- Sosyal medya
hesaplarınızı sadeleştirin: Herkesi takip etmek zorunda değilsiniz.
Paylaşımlarıyla size değer katan, olaylara farklı bakış açısıyla yaklaşan,
paylaşımlarında kültürel bir alt yapının varlığı hissedilen, lüzumsuz konularla
uğraşmayan, güncelin içerisinde dönüp durmayan farklı ve nitelikli kişileri
takip etmeye özen gösterin. Unutmayın ki abur cubur paylaşımlar, sizin adım
adım zihinsel obezite olmanıza sebep olur.
5- Televizyonlardaki
tartışma programlarına prim vermeyin: Özellikle haber kanallarının prime time
kuşaklarında sıklıkla yer verdikleri tartışma programlarının, insanların
zamanını boşa harcamak dışında pek bir işe yaradığı yok aslında. Ya “horoz
dövüşü” ya da “papağan sevimliliği” tadında geçmek zorunda bırakılan tartışma
programlarını hayatınızdan çıkarmak, kendi sağlığınız için atacağınız en önemli
adımlardan biri olacaktır.
İsterseniz bu beş maddeyi
kendiniz daha çoğaltabilirsiniz. Temel hedefimiz bilinçli bilgi tüketimi
olduktan sonra “kişiye özel zihinsel diyetler” uygulamaktan çekinmemeliyiz.
[Bu yazı 26.11.2018 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder