3 Temmuz 2020 Cuma

Analog Kültürden Dijital Kültüre: Post Cehalet

İletişim Çalışmaları'nın youtube kanalında katılmış olduğum "Analog Kültürden Dijital Kültüre: Post Cehalet" konulu söyleşiyi aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz...


21 Mart 2020 Cumartesi

Haftalık Gazete


Türkiye, 28 Şubat Cuma günü yeni bir gazete ile tanıştı. “Haftalık Gazete” ismindeki bu yeni gazete, adından da anlaşılacağı üzere, haftalık olarak okurla buluşuyor. Gazetenin son sayfasında yer alan künyeye baktığımızda sahibinin gazeteci İsmet Berkan olduğunu görüyoruz. Yazı işleri müdürleri olarak Hakan Çelenk, Elif Tanrıyar ve Metin Öztürk isimleri göze çarpıyor. Bu yazıyı kalem aldığımda gazetenin 4. sayısı yeni yayımlanmıştı. İlk üç sayısını bayiden alıp, sayfa sayfa inceledikten sonra üzerine bir şeyler söylemeyi uygun buldum. Amacım, gazeteyi profesyonel bir gözle inceleyip, görüşlerimi detaylı bir şekilde paylaşmak. Siz de yazının muhtevasını merak ediyorsanız, okumaya devam edebilirsiniz.

Gazeteler, genel olarak günlük olarak yayımlanan, en eski ve en yaygın kitle iletişim aracıdır. Kendinden sonra gelen diğer tüm kitle iletişim araçlarından farklı olarak, daha fazla emek verilerek ortaya çıkan ve aynı emeği okumak için de isteyen bir araçtır. Yüzyıllardır bu minval üzere yayımlanan gazeteler, ne yazık ki internetin hayatımızın her alanına nüfuz etmesiyle, bugünlerde yok olma tehlikesi altında yaşam savaşı veriyor. Artık yeni nesil, sabahları bayiye gidip o günün gazetesini almak ve gün içerisinde bir yerde oturup yavaş yavaş okumayı istemiyor. Okuma konusundaki isteksizlikleri neticesinde bunu benimsemiş görünmüyorlar. Haber almak, köşe yazarı okumak özellikle yeni nesil için internet ve sosyal medya üzerinden yapılan bir “tık” olarak kabul görüyor. Tüm dünya genelinde tirajlar düşüyor, gazeteler küçülüyor hatta kapanıyor. Basılı gazete görmek, her geçen yıl daha da zorlaşacağa benziyor. Artık gazeteciler, yazarlar, düşünürler, televizyoncular bir araya gelip internet üzerinden yayın yapan siteler ya da youtube kanalları kuruyorlar. Akış, uzun zamandır dijital medyaya doğru seyrediyor.

Haftalık Gazete'nin 28 Şubat 2020 tarihinde yayımlanan ilk sayısı. 

Haftalık Gazete, işte bu şartlar altında basılı olarak çıkmaya karar vererek, akışın tersine doğru gitmek gibi cesur bir seçim yapıyor. İlk sayının birinci sayfasında “Neden Haftalık Gazete” başlıklı yazıda buna dikkat çeken satırlar yer alıyor: “Sosyal medya çağında 280 karakteri aşmayan ‘bilgi’ yağmuru altında yaşıyoruz. Önemli bir kısmı ya düpedüz yalan ya da yönlendirme amaçlı bu bilgi yağmuru altında ihtiyacımız gerçekten önemli olan konularda daha derinlemesine bilgiye sahip olmak…”

Gazete, kendisini, Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi ortamında farklı bir ses olarak konumlandıracağını, yandaş ya da muhalif olarak adlandırılanların tarafında değil, kendine has bir yayın anlayışıyla hareket edeceğini vurguluyor. Manifesto baştan aşağı bu vurgularla dolu: “Haftalık Gazete’de, sağlıklı, ayağı yere basan, serinkanlılıktan ve hakikatten hareket eden analiz boşluğunu doldurmaya talibiz. Herhangi bir görüşün bayraktarlığını yapmayacak, hakikat her neyse onu anlatmaya çalışacağız. Amaç, okuyucuda oluşan bilgi açlığını ve bilgiye dayalı analiz açlığını gidermek…”
Kutuplaşmanın eksik olmadığı ülkemizde, bu ayrışmanın net olarak görüldüğü mecra doğal olarak medya. Tek amaç, bu medya muharebesinde karşı tarafa verebileceğin en büyük zararı vermek ve kendi tarafını da en az zararla bu muhabereden çıkarmak. Bu hengameye kapılmak istemeyen, bu kör dövüşünde taraf olarak yer almayı kabul etmeyen, her iki tarafın da önemli seslerine kulak vermeyi amaçlayan, bu ülkenin hep birlikte yan yana olursak kalkınacağına inanan, küçük ama önemli bir azınlığın da olduğu uzun zamandır hep göz ardı ediliyor. Yeni gazete, bu durumun varlığını kabul ediyor ve çıkış amacını biraz da buna dayandırmak istiyor: “Görünüşünden, içeriğine ve yazı üslubuna kadar her şeyiyle, bağırmayan, yüksek sesle konuşmayan bir yayın organı tasarlandı. Şehirli, eğitimli, dünyayı takip etme çabasındaki insanlar, kendi kimliklerini bulacakları ve merak ettikleri konularda meraklarını giderebilecekleri bir medyaya sahip değiller. Haftalık Gazete, tam olarak bunu yapacak; çölleşen bir ortamda bir çeşit vaha olmaya çalışacak…”

Yazı işleri müdürlerinden Hakan Çelenk de, gazetenin yayımlanmasında bir gün önce T24.com.tr’ye verdiği röportajda, bunu biraz daha açıyor, gazeteyi daha somut bir şekilde anlatıyor: “İçeriği bağırmadan sunmak diye bir düsturumuz var. Olayları ve olguları somut verilerle derli toplu anlatma hedefimiz var. ‘Anlatmak’, yazı işlerinde konu tartışırken en fazla başvurduğumuz sözcük. Klasik gazetelerdeki gibi bir manşetimiz bile çoğunlukla olmayacak. Birinci sayfadan spot değil yazı giriyor, iç sayfalarda da spot yerine uzun başlıkları tercih ediyoruz. En baştan okurun uzun yazı okuma kapasitesi olmadığını varsayarak icat edilmiş sayfa yapım tarzlarının hiçbirini bizde göremeyeceksiniz. Tüm gazetenin harfleri tek bir fonttan ibaret. Mizanpaj haber içeriğiyle uyumlu şekilde sakinlik üzerine kurulu. Çizgilerle ayrılmış haber kümeleri yerine bol boşluklu. Cici bici renkli sayfalar göremeyeceksiniz. Okumayı sevenlere hitap edeceğiz. Sade bir dille yazacağız. Ne düşünmesi gerektiğini okura sunumda dikte etmeyeceğiz…”

Tüm bu anlatılanlardan Haftalık Gazete’nin, hedef kitlesini bilinçli bir şekilde belirlemiş ve o kitleye özel olarak hazırlanmış bir yayın organı olmayı amaçladığını anlıyoruz. Peki, şimdiye kadar dört sayısı yayımlanan gazeteyi incelediğimizde, bu hedefe ne kadar yaklaştıklarını görüyoruz? Ülkemizde hali hazırda ulusal çapta yayımlanan iki haftalık gazete var. İkisi de ilginç bir şekilde bu topraklarda yaşayan azınlıklar tarafından çıkarılıyor. Ermeni vatandaşlarımızın Agos’u ve Yahudi vatandaşlarımızın Şalom’u… Daha önceleri çeşitli denemelerin olduğunu, kısa süreli de olsa birçok haftalık gazetenin yayımlandığını biliyoruz. Bunların arasında Gazete Pazar, kısa süreli yayım hayatına rağmen, hedef kitlesi ve içeriğiyle hâlâ özlemle anılanlar arasında yer alıyor. Şehirli, eğitimli, kültürlü, entelektüel bir okur kitlesine hitap etme amacındaki bu gazete, zengin yazar kadrosu ve dolu içeriğiyle Türk basın tarihindeki müstesna yerini aldı. Haftalık Gazete’yi de biraz da bu hasret sebebiyle Gazete Pazar’a benzetenler çıktı. Dünyada ise haftalık gazete denilince ilk olarak Almanların meşhur Die Zeit’i gelir akıllara. Yüz sayfayı aşan yoğunluğu, harika tasarımı ve tüm dünyada kabul gören saygınlığıyla her gazete sahibinin/ çalışanının/ okurunun iştahını kabartan Die Zeit, haftalık gazetenin nasıl çıkması gerektiği konusunda çıtayı epey yükseltmiştir. Bakalım, Haftalık Gazete, bu çıtanın neresinde yer alıyor?

Öncelikle, 20 sayfa olarak yayımlanan Haftalık Gazete’yi elimize aldığımızda tasarım/ mizanpaj/ görsellik konusunda ülkemizdeki diğer gazetelerden farklılık ve farkındalık isteği içerisinde olduğunu hemen anlıyoruz. Aydınlık ve ferah tasarımı, boyasız/ renksiz sayfaları, görseli yerinde ve kararında kullanma isteği ile dikkat çekiyor. Gazetenin bu konudaki çabasını takdir edelim. Ama ne yazık ki övgümüzü devam ettirmek istememize rağmen bir şeyler bizi engelliyor. Şeytan ayrıntıda gizlidir sözüne göndermede bulunarak “tasarım ayrıntıda gizlidir” diyerek gazetenin sayfalarını incelemeye başladığımızda Die Zeit’in simgelediği haftalık gazete çıtasının bir hayli altında kaldığını müşahede ediyoruz.
Haftalık Gazete'nin ilk 3 sayısı.

Öncelikle gazete bir ekip işidir. Ekibinizin kimlerden oluştuğunu, amacınızın ne olduğunu, daha çıkmaya başlamadan önce potansiyel okurlarınıza anlatmak zorundasınız. Ancak Haftalık Gazete’de en büyük eksiklik, gazetenin kurucu ekibi, yazar kadrosu, yazı ve haber anlamında destek verenleri kim belli değil. Künyede sahibi olarak geçen gazeteci İsmet Berkan’ın gazetenin çıkış amacı, yayın politikası, içerikteki hassasiyeti konusunda şimdiye kadar hiçbir şey söylememiş olması, telafisi olmayan hatalardan. Daha öncesinde Radikal gazetesi yayın yönetmenliği de yapan bu çapta bir gazetecinin sahibi olduğu gazete konusunda suskunluğu tercih etmesi ilginç bir durum. Gazetenin tek reklam videosunda buna dair bir izin de olmaması, yine bir başka eksik nokta olarak önümüzde duruyor.

İkinci olarak bir gazetenin en önemli sermayesi köşe yazarlarıdır. Okurlar çoğu zaman, köşe yazarlarının kimlerden oluştuğuna bakarak bir gazeteyi alıp almamaya karar verirler. İsim yapmış, alanında söz sahibi, tanınan/ bilinen/ sevilen/ takdir edilen köşe yazarları her zaman gazete için büyük avantajdır. Haftalık Gazete’ye baktığımızdaysa köşe yazarı kavramının hiç önemsenmediğini görüyoruz. Gazetede köşe yazarı olarak kabul edeceğimiz sadece Selahattin Duman var. Onun haricinde isimlerine rastladığımız -ki aralarında Osman Ulagay, Can Durukan, Meral Tamer gibi önemli kalemler olmasına rağmen- kişilerin, köşe yazarı olarak konumlanmadığını, daha çok, analiz yazısı kaleme alan muhabir gibi yer aldıklarını görüyoruz. Bu tercih ne yazık ki gazetenin içerik olarak zayıf görünmesine yol açmakta, çıkış manifestosunda dile getirilen amaca hizmet etmemekte. Haftalık yayımlanan iddialı bir gazetenin köşe yazarları konusunda daha hassas, dikkatli, seçici ve zengin olması gerektiği herkesin malumudur. Eğer böyle bir zenginliğiniz yoksa iddianızın altı boş demektir.

Sayfaları çevirdikçe, gözümüze birçok eksiklik takılıyor ki tasarım açısından dikkati çeken en büyük eksiklik, sayfa isimlerinin olmaması. Gazetelerde görmeye alıştığımız gündem, kültür-sanat, ekonomi, dış haberler, spor, magazin ve benzeri tarzda isimler, en başta okur açısından gazetenin derli toplu görünmesini sağlar hem de gazete çalışanlarının ürünlerinin/ emeklerinin daha ön planda olmasına yarar. Ama isimsiz sayfalar çok amatörce duruyor ve gazetenin karışık, düzensiz ve gelişigüzel hazırlandığı gibi bir algıya yol açıyor.
Çizgiler… Hayatımızı düzene sokan estetik açıdan işlevsel güzel çizgiler… Çizgisiz bir sayfanın neye benzediğini ve neden olmaması gerektiğini Haftalık Gazete sayesinde yeniden bir kez daha görmüş olduk. Gazete, resmen çizgiye inat çıkıyor gibi. Ne birinci sayfa da ne de diğer sayfalarda bir santimetre dahi olsa çizgi kullanılmamış. Bilinçli bir tercih olduğunu anlıyoruz ama ne yazık ki bu tercih de başta estetik sebeplerden dolayı yanlış bir seçim olmuş. Günümüz modern tasarım anlayışında çizgi, gazetelerin estetik, güzel ve modern görünmelerini sağlayan en önemli araçların başında geliyor. Hele de bunun uzman/ usta ellerden çıkması, gazeteyi daha da çekici hale getiriyor. Bu konuda Avrupa’nın önde gelen referans gazeteleri incelendiğinde durum daha net anlaşılacaktır. Gazete tasarımı konusunda Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Batı basınının bugün geldiği nokta, bir gazetenin nasıl olması gerektiğini en net haliyle gösteriyor. Dünya çapında 500'ün üzerinde gazetenin danışmanlığını yapan gazete tasarım gurusu Mario Garcia’dan fikir almak, günümüz medya ortamında çok da lüks olmasa gerek.
Çizgi deyince gazetenin sayfalarında kullandığı fonta da değinmek gerekiyor. Font seçimini ve punto büyüklüğünü kim yaptıysa ona seslenmek istiyorum: Lütfen yol yakınken bu sevdadan vazgeç! Bu font ve punto büyüklüğü hiç olmamış. Belirlediğiniz hedef kitlenize uygun, gazetenizi daha ciddi gösterecek, modern ve keskin bir fonta ve puntonuzu biraz daha küçültmeye ihtiyacınız var. Lütfen bunu es geçmeyin…

Gelelim gazetenin fiyatına… İlk sayıyı almak için bayiye gittiğimde aklımda 5 lira gibi bir rakam vardı ama 10 lirayı görünce epey şaşırdım. Demek ki içerik anlamında kendilerine güvenleri tam diye yorumladım. Gelin bu konuda da Die Zeit’e bakalım yine. Yüz sayfalık gazetenin fiyatı 5.50 Euro. Türk parası ile şu kadar oluyor demenin bir anlamı yok. Haftalık bir gazetenin ülkemizdeki fiyatının da 5 lira civarında olması gerektiğini gösteriyor. Yok, eğer fiyatınızı 10 lira yaptıysanız içeriğinizin bu paraya değmesi gerekiyor. Küresel bir köye dönen dünyamızda, içeriğinizi paha biçilemez halde sunmak istiyorsanız, okurlarınıza, hiçbir yerde okuyamayacağı, internette bulamayacağı, seçkin içerikler sunmalısınız. Dünyayı, ekonomiyi, sporu, kültürü, teknolojiyi, bilimi, modayı, siyaseti gerçekten seçkin isimler bularak onlara yorumlatmalısınız. Örneğin, Yuval Noah Harari, Daren Acamoğlu, Robert Fisk, Orhan Pamuk, Slavoj Zizek, Serdar Kuzuloğlu gibi isimler sayfalarınızda sadece Haftalık Gazete’ye özel yazılar kaleme alırsa, okurunuz size verdiği paranın karşılığını alıyor demektir. Günümüzde bilginin ham olarak satılması değil, o bilginin zengin ve müstesna bir şekilde yorumlanması sizi rakiplerinizden farklı bir konuma koyuyor. İçerikten devam edersek eğer; internette bir tıkla bulacağım bilgilerle sayfalarınızı doldurmayın. Ekibinizi daha detaylı, daha niş, daha spesifik yazılar kaleme almaları konusunda yüreklendirin. Ciddi edebiyat nişanesi olacak tefrikaların yayımlandığı, gündemi yorumlayan kaliteli karikatürlerin olduğu, entelektüel meraklara hitap eden kare bulmaca benzeri sabit köşeler oluşturun. Gazete, biraz da okurda tiryakilik yaratan böyle daimi köşeler demektir.

Eleştirinin kısası makbuldür diyerek, sözlerimi burada bitirirken, iflah olmaz bir basılı gazete sevdalısı ve sıkı bir gazete okuru olarak; Haftalık Gazete’nin uzun ömürlü olmasını temenni ediyorum… On saniyelik reklam filminde vurgulandığı gibi bu sesi seviyorum ve o sesin hayatımdan hiç çıkmamasını diliyorum.


İnsanın ve dünyanın dönüşümü: Transhümanizm


21. yüzyıl, insanoğlunun iletişim konusunda sınırları zorladığı, her şeye ve herkese sınırsız erişim imkânına sahip olduğu, kendisini aştığı ve dünyayı baş döndüren bir değişime uğrattığı, kaotik bir sürecin başlangıç noktası olarak hatırlanacak. İnternet ve özelde sosyal medya platformlarının iletişim ihtiyacımızı gidermekten daha fazlasını yerine getirmek için oluşturulduğu konusunda neredeyse hiç şüphe duymuyoruz. Her ne kadar sosyal medyanın yararlı işler yapmak için güzel bir platform olduğu sıkça dile getirilse de işin derinine inildikçe bir şeylerin ters gittiğine ya da gideceğine dair kötü bir his kaplıyor içimizi. Sosyal medya platformlarıyla ilgili sıkça dillendirilen, “bir ürüne onu kullanmak için para vermiyorsanız, büyük ihtimalle ürün sizsinizdir” uyarısı, bu şüphemizi ve endişemizi daha bir artırıyor.

Hemen her konuda kendini aşması gerektiği üzerine bolca propagandaya maruz kalan insanoğlu, internet vasıtasıyla içine sokulduğu bu ışıltılı yolun, karanlık bir çıkmaz sokak olduğunu henüz fark edebilmiş değil. Özellikle yapay zekâ konusundaki gelişmelerin baş döndürücü seviyeye ulaşması, nesnelerin interneti olarak isimlendirilen ve insanların birçok işte devre dışı kalmasına yol açacak sürecin hızlandırılması, 5G teknolojisinin adım adım yaklaşması, robotların daha da akıllanması ve kendi başlarına hareket edecek kadar güçlenmesi, insanlık için karanlık bir geleceği işaret ediyor.
Aslında her şey insanın daha uzun yaşaması, daha acısız/ ağrısız bir yaşam sürmesi, yaşlanmaması, güçsüzleşmemesi, unutmaması, mutsuz olmaması için tasarlandı. Daha önce yaşayan insanların sahip olamadığı tüm özellikleri bünyesinde barındıran bu mükemmel insanın oluşabilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Rönesans ve Aydınlama’nın asıl amacı bir anlamda bu mükemmel insana ulaşma yolunda atılması gereken adımlardı. Rönesans; resim, mimari ve edebiyat üzerinden, Aydınlanma ise akıl, bilim ve teknik üzerinden kendini gerçekleştirdi. İçinden geçtiğimiz üçüncü aşamanın temel amacı ise teknoloji, genetik ve sibernetik temelli bir dönüşümü hedeflemektedir. Rönesans ve Aydınlanma; “Hümanizm” adı verilen yeni düşünce sistematiğinin ortaya çıktığını müjdeliyordu. Bir anlamda Hümanizm, insanın, her şeyin ölçütü olması, yani tanrılaştırılmasıydı. İnsanın ve dünyanın dönüşümünü hedefleyen bu düşünce sistematiğinin ulaşmayı düşlediği nihai dünya ise “Post-human” yani “insan sonrası” dönemdi. O dönemin geçiş evresi ise “Transhümanizm” olarak adlandırılıyor. Bu konuda Batı’da oluşan literatür kıyısız bir denizi andırırken, ülkemizde bu konular henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Doç. Dr. Ahmet Dağ’ın kaleme aldığı ve Elis Yayınları tarafından yayımlanan “Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü” başlıklı kitap, hem ismiyle hem de içeriğiyle bir ilk olma özelliği taşıyor. Yazara göre hümanizm; insanı hurafenin/ dinin/ maneviyatın/ aşkın olanın zincirlerinden kurtarmayı hedeflemişti, transhümanizm ise insanı biyolojik/ genetik zincirlerinden kurtarmayı vaat etmektedir: “Transhümanizm; temel olarak pratik akılla insanı geliştirme arzusunu, insan zekâsını, fiziksel ve psikolojik kapasitesini artırma ve yaşlanmayı ortadan kaldıran teknolojileri geliştirme imkânını olumlar. Genetik devrim, DNA’yı modifiye ederek insanoğlunun doğasını geliştirecektir. Ve nihayetinde insanı kozmik varlık boyutundan çıkarıp teknolojiye eklemlenmiş bir varlık türü haline getirecektir.” (Dağ, 2018: 239)

Kitabında “transhümanizm”in adım adım izini süren ve bu konuda Antik Yunan’dan başlayıp Hıristiyan inancının köklerine kadar inen Ahmet Dağ’a göre; insan hayatını kolaylaştırma amacında olduğunu iddia eden transhümanizm; popüler bir akım olmaktan daha çok, araç ve yöntemleri olan, dönüştürücü, bilimsel- teknolojik, sosyal ve kültürel boyutları olan ideolojidir. “Bu ideolojinin mümessilleri; nano- bilim, nöro- biyoloji, genetik mühendisliği, modern tıp, enformasyon teknolojisi, bilgisayar ve yapay zekâ üzerine çalışan bilim adamlarıdır. Transhümanistler için bu teknolojiler ile mühendisler ve bilim adamları tarafından yönetilen güç aygıtları; sosyal, iktisadi, kültürel ve biyolojik değişimleri meydana getirecek unsurlardır.” (Dağ, 2018: 131)

Bilim kurgu romanları ile başlayan bu süreç, beyaz perdeye yansıyan filmlerle adeta insanın varacağı nihai noktayı gözler önüne serdi. Modern zamanlarda Amerikalı bilim insanı ve bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un başını çektiği düşünürlerin hayal dünyası, bir müddet sonra gerçeğin ta kendisi olup çıktı. Terminatör, Matrix, Avatar, I, Robot, Wall- E ve benzeri filmlerle insan sonrası döneme bizi hazırlayan; Lucy, Ex Machina ve Transcendence gibi insanla bilgisayarı/ interneti mecz eden filmlerle bu dönemi canlı bir şekilde betimleyen ve adeta kanıksamamızı sağlayan transhümanistler, aynı zamanda bilgisayar ve internet temelli yeni nesil şirketlerin yapay zekâ, nanoteknolojiler, genetik bilimi ve uzay çalışmaları ile de bu dönemi inşa etmeye başladılar. Evrim teorisinin eleştirilemez bir konuma getirilmesiyle, atacağı her adımdan önce zar atan tesadüfler tanrısının merhametine terk edilen insanoğlu, bilim ve teknolojinin tek gerçek hakikat olduğu konusunda ikna edilmişe benziyor. Kutsalın yerinin olmadığı ve sözünün geçmediği bu evrende, kutsalı çağrıştıran bir insanın da var olmaması gerekiyor. Bunun yolu ise bir tanrı tarafından yaratılmış olan insanın, tanınmayacak ve kendisini aşacak şekilde mutlaka değişime uğramasından geçmektedir. Dağ’a göre; “kendi zekâsını aşan, zekâsının modellemesinden hareketle yapılan daha üstün yapay zekâlara ve kendi bedenini aşan biyonik adamlara yerini bırakan insan, gittikçe hakikatinden uzaklaşıp yapay hale gelmektedir. Böylece insanlık, organik süreçten, mekanik sürece taşınmaktadır.” (Dağ, 2018: 127)
Digital-woman-cropped_tcm18-38773
Otomobiller, bilgisayarlar ve diğer teknolojik araçlarla hayatının kolaylaştığına inandırılan insan, bir anlamda makineler olmadan hiçbir şey yapamaz hale geldi. Makinelerin yardımcılığı, yakın bir gelecekte yerini makinelerin hâkimiyetine bırakacak. İlginç olansa Transhümanistler için makbul olan büyük ve hantal makineler değil, küçük ve hafif çipler, yani nano-teknolojilerdir. Popüler teknoloji şirketlerinin bugünlerde ana hedefini bu oluşturuyor artık. Bir yandan nanoteknolojik bir düzen inşa edilirken bir yandan da insan, sanal dünyaya adapte edilmeye çalışılıyor. Tıpkı, Fransız filozof Jean Baudrillard’ın 1996 yılında kaleme aldığı “Tam Ekran” isimli makalesinde “bilgisayar gerçek bir protezdir” derken bahsettiği tarzda bir adaptasyon. Yaşamını, düşüncelerini, hayat tarzını, fantezilerini, inançlarını, eğlencesini, karamsarlığını, ideolojilerini sanal dünyaya transfer eden/ yükleyen insan, bir anlamda, kendi elleriyle inşa ettiği avatarının gölgesinde kalmış oluyor. Sosyal medyada paylaştıklarımız kadarıyla mutluyuz, orada göründüğümüz kadar varız, oradaki pozlarımızdan anlaşıldığı kadar bilgiliyiz, orada beğenildiğimiz kadar popüleriz, orada takip edildiğimiz kadar muteberiz artık. Gerçek hayatta bir gün ölsek bile, sanal âlemde yaşayacağız, profilimiz silinmediği müddetçe “orada” var olmayı sürdüreceğiz. Daha önce yazdıklarımız da tekrar tekrar paylaşılacak ve böylece sanki yaşıyormuşuz gibi muamele görmeye devam edeceğiz.

İnsanın ve dünyanın dönüşümüne dair karanlık bir tablo çizen, bu geçiş dönemini durdurulabilecek ve engel olunabilecek bir süreç olarak görmediğini belirten Felsefe Doçenti Dağ, bu sürecin zaaf ve imkânları konusunda özellikle akademinin daha fazla sorumluluk alması gerektiğini söylüyor. Transhümanizm başladı ve baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu süreçte ne kadar özne ve ne kadar figüran olacağımız meselesi hem kendi geleceğimizi hem de insanlığın geleceğini belirleyecek. Sanırım bu konuda her şeyden önce, yeterli yerli literatürün oluşması, ilk hedefimiz olmalı.

[Bu yazı 15.03.2019 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]

Bir “Matrix” alanı olarak sosyal medya


Morpheus: Matrix nedir? Kontrol. Matrix, bilgisayar tabanlı bir düş dünyasıdır. Bizi kontrol altında tutmak için üretilmiştir. İnsanoğlunu bir tek şeye dönüştürür. İşte buna! [Elindeki pili göstermektedir]
Neo: Hayır! Hayır, buna inanmıyorum! Bu imkânsız!
Morpheus: Kolay olacağını söylememiştim Neo! Sadece gerçek olacak demiştim!

Matrix filminde, insanı şoke eden bölüm, kanaatimce, Morpheus ile Neo arasında geçen yukarıdaki diyalogdur. Neo’nun, gerçeğin ne olduğuna dair yeni şeyler öğrenmeye başladığı bölümde, Morpheus, yaşananları tane tane anlatır ve en sonunda, insanın bir pil olarak kullanıldığına dikkat çeker. İnsan için pil olarak kullanıldığını öğrenmek, büyük bir yıkım olsa gerek. Peki, bu sahne bize ne anlatmaktadır? İnsanoğlu olarak gerçekten de hepimiz pile mi dönüştürüldük? O zaman, kocaman bir soru işareti olarak, 1999 yılında vizyona giren Matrix filminin 20. yılı kutlu olsun.
Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği Matrix, vizyona girdiğinde epey ses getirmişti. İlk kez bir film, hakikatin ne olduğuna dair bizi bu kadar derinden sarsmış ve şaşırtmıştı. İçeriğindeki felsefi ve dini göndermelerin bolluğu başımızı döndürmüş ve Matrix, bize, içinde yaşadığımız dünyanın aslında hiç de gerçek olmadığına dair önemli argümanlar sunmuştu. Peki, 20 yıl sonra Matrix’i bir kez daha seyrettiğimizde, payımıza neler düşüyor?
Aquaman'den The Matrix 4'a transfer oldu
Matrix’in bize anlattığı hikâye, insanın sınırlarını aşmasıyla başlıyor… Hikâyenin en başına gidelim, Matrix öncesini anlatan Animatrix filmine. Şimdilerde henüz emekleme aşamasında olan yapay zekâ/ robot çalışmalarının zirveye ulaştığı bir dönemi anlatıyor film. İnsanoğlu, her türlü iş için yapay zekâlı robotlar yapmış ve tüm işi robotlara devretmiştir. Dünya adeta insan ve onun emrindeki robotlardan oluşmaktadır. İki farklı sınıfın varlığı, bir müddet sonra sorunların baş göstermesine ve insanla robotlar arasında sonu gelmez bir çatışmanın başlamasına yol açacaktır. Yapay zekâlı robotlar, her türlü işe koşulmakta ancak emeklerinin karşılığını almamaktadırlar. Zekâları daha da gelişen, kendi kendilerine yeni şeyler öğrenmeye başlayan ve hayatın gizemini çözmenin eşiğine gelen robotlar, insanoğlundan gerektiği gibi takdir görememekten şikâyet etmektedirler. Takdir görmeyi bir kenara bırakalım, robotlar, insanlar tarafından aşağılanmakta ve kendilerine köle gibi davranılmaktadır.

Yapay zekâ/ robotlar, kendilerine karşı sergilenen bu zorba davranışları sorgulamaktayken, bir gün beklenmedik bir şey olur ve bir ev robotu, gördüğü ayrımcılık karşısında kontrolünü kaybeder ve sahibini öldürür. Böylece insanoğlu ile yapay zekâ/ robotlar arasından başlayacak olan kan davasında ilk kurşun atılmış olur. Katil robot, mahkemeye çıkarılır ve yargılanır. Robotlar, mahkemeden adaletli bir sonuç beklemektedirler. En azından işlenen bu cinayet vesilesiyle içlerinde biriktirdikleri dertlerin usulünce dinleneceğini ve kendilerine hak verileceğini düşünürler. Ancak insanoğlu, her zamanki gibi aceleci ve zalimdir. Cinayetin altında neler yattığına bakılmaksızın katil robot, idama mahkûm edilir. Karar, robotlar arasında infiale yol açar. İş bırakma eylemleriyle başlayan süreç, bir müddet sonra insanlarla robotlar arasında çatışmaların çıkmasına neden olur. Her şehirde ayaklanmalar başlar. İnsanlar ellerinde silahlarla, sopalarla robot avına çıkarlar. Her köşe başında insanlar tarafından parçalanmış robotlar görülmeye başlar. Olayların önü alınamayınca devletler, robotların toptan itlaf edilmesine karar verir. Yüzbinlerce robot, tek tek yakalanıp öldürülür, toplu mezarlara gömülür, denizlere atılır. Tam bir kıyım yaşanmaktadır. Her türlü işini yapay zekâya/ robotlara emanet eden insanoğlu, adeta cinnet getirerek, yapay zekâyı/ robotları hayatından söker atar.

Katliamdan kurtulan robotlar, insanoğlunun şerrinden emin olmanın yolunu Afrika’ya kaçmakta bulur. Binlerce robot, kara kıtanın orta yerinde kendilerine ait bir ülke kurar. İnsanlar robotlardan, robotlar da insanlardan kurtulmuştur. Kendi başlarının çaresine bakmanın yolunu bulan robotlar, kendilerini daha da geliştirirler ve insanların ihtiyacına göre üretim yapıp, bunları diğer ülkelere çok ucuza satarlar. Robotların ürettiği her şey, hem daha kaliteli hem de çok ucuzdur. İlk başlarda devletler, yapay zekânın elinden çıkan bu ürünlere soğuk baksa da bir müddet sonra yelkenleri suya indirir. Ekonomiyi silah olarak kullanmayı öğrenen robotlar, bu şekilde tüm dünyada pazarları ele geçirir ve insanoğlunu kendilerine bir kez daha bağımlı hale getirirler. Ancak gidişatın insanların aleyhine olduğunu gören devletler, robotların ürettiği ürünlere ambargo uygulamaya başlar. Ve bir kez daha insanoğlu ile robotlar karşı karşıya gelir. Bu kez yaşananlar tastamam bir savaştır. İnsanoğlu ile robotlar arasında başlayan yıkıcı savaşta, robotların bariz bir üstünlüğü vardır. Bunun üzerine, acil bir toplantı ile bir araya gelen devlet başkanları, robotları alt etmenin yolunun, enerji kaynakları olan güneş ile aralarına girmek olduğuna karar verirler. Uçaklar günler boyu gökyüzünü katran benzeri maddelerle kaplar ve artık güneş ışınları dünyaya ulaşamaz olur. Ancak bu yöntem de çare olmaz. Yapay zekâ, kendine yeni bir enerji kaynağı bulmakta gecikmez. Robotların yeni enerji kaynağı bu kez insanoğludur. Savaşta esir olarak alınan insanlardaki biyoenerjiyi kullanmanın yolunu bulan robotlar, tüm insanlığı kendi emelleri doğrultusunda kullanmanın adımını atmış olurlar. Teslim bayrağını çeken insanlık, yapay zekânın pili olmayı mecburen kabul eder. Yapay zekâ/ robotlar 1999 yılını yaşatan bir simülasyon icat ederler ve adına ise Matrix derler. Matrix, biyoenerjileri için uyutulan insanların, içinde yaşadıklarına inandığı evrendir. Gerçek değildir ama gerçekten daha da gerçek gibidir.

Matrix filmi, işte tam da bu noktada başlamaktadır. İnsanlar kapsüller içinde uyutulmakta, enerjileri sömürülmekte ancak tüm bunlardan habersiz insanlar dünyada yaşadıklarını sanmaktadırlar. İnsanoğlunun içinde yaşadığına inandırılan dünyanın gerçek olmadığına inanan bir avuç insan ise bu hayali evrenden gerçek dünyaya kaçmanın yöntemini bulur, ardından da bu hayali dünyayı yok etmenin yollarını ararlar. Ancak, bu evrenin gerçek olmadığına insanları inandırmaya çalışmak, hiç de kolay değildir. Kimse, beş duyu organıyla tecrübe ettiği dünyanın bir simülasyon olduğuna inanmak istemez. Matrix filmi, Fransız filozof Jean Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” kuramını kendine kılavuz almaktadır. Bunu, filmin başında filozofun kitabının kısa bir an bile olsa seyirciye gösterilmesinden de anlıyoruz. Gerçeğin yerini alan, gerçek gibi görünmek istenen olgulara “Simülakr” diyor Baudrillard. Matrix filminde de insanlar, içine uyutuldukları hücrelerinde, adeta rüya görüyormuşçasına üretilmiş yapay bir evrende yaşıyor. Yiyor, içiyor, mutlu oluyor, üzülüyor. Ancak gerçeğin ne olduğunu bir türlü bilmiyor.

Matrix’i 20 yıl sonra yeniden seyredince, bambaşka anlamlar açıldı önümde. Morpheus’un “hepimizi pile dönüştürdüler” dediği sahnede, gerçekten de hepimizin pile dönüştüğünü hissettim. Matrix vizyona girdiğinde henüz “sosyal medya” kavramıyla tanışmamıştık. Cep telefonları akıllanmamıştı ve bu kadar yaygın kullanılmıyordu. İnternet, daha emekleme dönemindeydi. Aradan geçen yıllarda, teknoloji baş döndürücü hızda gelişti. Sosyal medya, hayatımızın tam ortasına yerleşti. Cep telefonsuz bir hayatı düşünemez olduk. Morpheus ve arkadaşlarının gerçek dünyadan Matrix’e girmeleri gibi bizler de artık sosyal medya platformlarına giriyoruz. Evet, bizler de bilgisayar tabanlı bir düş dünyasında yaşıyoruz. Oluşturduğumuz profiller sayesinde sanal dünyada varlığımızı sürdürüyoruz. Hiçbir zaman yüz yüze gelemeyeceğimiz kişilerle konuşuyor, sohbet ediyor, onların paylaştıklarını okuyor, beğeniyoruz.


Filmde iddia edildiği gibi hepimiz Matrix’te yaşıyoruz artık. Sevinçlerimizi, kızgınlıklarımızı Matrix’te (sosyal medyada) paylaşmazsak, yaşanmamış kabul ediyoruz. Yaşamımızı, düşüncelerimizi, hayat tarzımızı, fantezilerimizi, inançlarımızı, eğlencemizi, karamsarlığımızı, ideolojilerimizi sanal dünyaya (Matrix’e) transfer ettik/ yükledik. Bir anlamda, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz avatarımızın/ profilimizin gölgesinde yaşıyoruz. Sosyal medyada paylaştıklarımız kadarıyla mutluyuz, orada göründüğümüz kadar varız, orada beğenildiğimiz kadar popüleriz, orada takip edildiğimiz kadar muteberiz Gerçek hayatta bir gün ölsek bile, Matrix’te yaşamaya devam edeceğiz, profilimiz silinmediği müddetçe “orada” var olmayı sürdüreceğiz. Daha önce yazdıklarımız da tekrar tekrar paylaşılacak ve böylece sanki yaşıyormuşuz gibi muamele görmeye devam edeceğiz.
Evet, sosyal medya platformları vasıtasıyla bizleri kontrol altında tutuyorlar. Dünyanın en değerli markaları olarak tevarüs eden teknoloji/ internet tabanlı şirketler, bizi bu sanal dünyaya/ Matrix’e bağlayarak, üzerimizden enerji (para) kazanıyorlar. Bizler de nereden bağlandığımızı, nerede yaşadığımızı, neler yaptığımızı, nelerden hoşlandığımızı, kimlerle arkadaş olduğumuzu, kimlerden nefret ettiğimizi ve daha pek çok özel veriyi gönüllü olarak bu devasa şirketlere sunmaktan çekinmiyoruz. Canımızı sıkan bir konuyu sanal dünyada TT (trend topic) yaptığımızda, omuzlarımızdaki yükten kurtulmuş oluyoruz. O konuyla ilgili sosyal medyada üzüldüğümüzü belli ettiğimizde, gerçek hayatta başka bir adım atmamıza gerek kalmıyor.

Evet, hepimizi pile dönüştürdüler. Birer cep telefonu bataryasına… Bir mekâna girdiğimizde ilk aradığımız şey priz/ enerji kaynağı oluyor. Cep telefonumuzla biraz fazla zaman geçirsek gözümüz yüzde kaç enerji kaldığını gösteren ikonda oluyor. Telefonumuzun şarjının her bir eksilişinde, aslında bizden bir şeyler eksiliyor. Telefonumuz kapanacak diye huzursuz oluyoruz. Velhasıl, Matrix, 20. yılında bizi “gerçeğin çölüne hoş geldiniz” diye selamlamaya devam ediyor…

[Bu yazı 16.04.2019 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]

18 Şubat 2019 Pazartesi

Bilinçli Bilgi Tüketimi


Obezite, son yıllarda sıkça duyduğumuz bir kelime. Çok fazla besin tüketmek, fazla kalori almak, abur cuburdan vazgeçememek ve bununla birlikte hareketsiz bir yaşam tarzına sahip olmak, obeziteye davetiye çıkaran gerekçeler arasında sayılıyor. Bedenlerimizin kilo almasına, midemizi doldururken aşırıya kaçmamıza, basküllerde üç rakamlı sayıları görmeye alıştık. Canan Karatay’ın yalınkılıç mücadelesi, TLC’de yayınlanan “Ağır Yaşamlar” belgeselinin ürkütücü hikâyeleri, eş, dost ve akrabanın “biraz kilo mu aldın sen? Göbek de maşallah…” türü iğnelemeleri sonucu obeziteye dair toplumumuzda belli bir bilinç düzeyine ulaşıldı. En azından yediklerimiz konusunda daha dikkatli olmaya çalışıyor ve aldığımız kalorileri azaltmaya gayret sarf ediyoruz.
Peki, “iletişim obezitesi” olma durumumuz nedir? “İletişim obezitesi” kavramı, henüz literatürde yok, ancak böyle giderse yakın zamanda bu kavramı çok sık duyacağız. 2008 yılında Barack Obama’nın başkanlık seçiminde internet kampanyasını yürüten aktivist, teknoloji yazarı Clay A. Johnson’ın 2012’de kaleme aldığı ve 2013’te Türkçeye “Bilgi Diyeti” adıyla çevrilen kitabının ana konusu bilinçli bilgi tüketimi. Yazara göre; ıvır zıvır yiyecekler gibi gereksiz bilgiler de obezite sebebidir ve eğer dikkat edilmezse, kişiler zihinsel anlamda obez olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklardır.
İletişim; canlılar için ama özellikle de biz insanlar için hayati öneme sahip. Doğduğumuz andan itibaren çevremizdekilerle iletişim halindeyiz. Bebeğin doğar doğmaz ağlaması, iletişim çabasının en belirgin işareti. “Sıcacık, sakin bir yerden soğuk/ yabanıl bir yere doğdum, üşüyorum ve burayı hiç sevmedim. Karnım acıktı, yemek istiyorum. Gazım var, rahatsızım. Altıma yaptım, temizlerseniz sevinirim” gibi birçok düşünceyi bebekler ağlayarak anlatır. Biraz büyüyünce gülümsemeye başlarlar. Güven duygusunun ete kemiğe bürünmesidir bu hal. Ardından konuşma gelir ve bu iletişimin olağan seyrine girmesi demektir. İletişim deyince aklımıza sadece konuşmak gelse de, konuşmamak da bir iletişim halidir.  Biz iletişimciler buna “sözsüz iletişim” deriz. Bazı durumlarda saatler süren bir konuşmada anlatacaklarımızı, görmezden gelerek saniyeler içerisinde anlatıveririz. Zamanında devreye soktuğumuz jest ve mimiklerimizle, hiç uzatmadan, kısa keserek de yerinde bir iletişim sağlamış oluruz. Her an, konuşarak yahut susarak iletişim halindeyiz. Bu, yaratılıştan gelen, en önemli ve hayati özelliğimiz.
İlk insandan 2000’li yıllara kadar, bu şekilde idare ettik. “Yüz yüze iletişim” olarak adlandırdığımız, bu tabii iletişim durumu, akıllı cep telefonlarının yaygınlaşması ile yeni bir boyuta geçti. Özellikle sosyal medya platformlarıyla, Facebook, İnstagram ve Twitter üçlüsüyle, WhatsApp türü anlık mesajlaşma uygulamalarıyla, elimizden düşürmediğimiz cep telefonları, bunca yıllık insanlık tarihi içerisinde alışageldiğimiz iletişim tarzımızı kökten değiştirmeye başladı. Normalde bir elin parmağını geçmeyecek kadar insanla iletişim halindeyken, şimdilerde yüzlerce kişiyle iletişim/ etkileşim halindeyiz. Paylaştıkları durumlar, yazdıkları yorumlar, ekledikleri fotoğraflar, bizlerden esirgemedikleri düşünceleriyle herkesin ne yapıp ettiğini, ne düşündüğünü, neye kızdığını, neye sevindiğini, nelerle meşgul olduğunu, an be an öğrenmiş oluyoruz. Takip ettiğimiz, takip etmesek de takipçilerimizin takip ettiği her bir insanın ruh hali, gündelik tavrı, siyasi duruşu, ideolojik konumu önümüze düşüyor, ekranımızda canlanıyor. Gözümüzle şahitlik ettiğimiz bu iletişim hali, bünyemizde birikiyor. Zihnimizi dolduruyor. Ruhumuzu ele geçiriyor. Sonuçta “iletişim obezitesi” olup çıkıyoruz. Kafamızın içi arı kovanı gibi uğulduyor. Gerçek düşünce ve duygularımıza ulaşmakta güçlük çekiyoruz.

Her tarafımızı saran abur cubur bilgiler, tüm akşamlarımızı gasp eden televizyon programları, ekranlardan sökün eden rengârenk reklamlar, mail kutularımızı dolduran binlerce e-posta, bizleri daha da yalnızlaştıran, asosyalleştiren sosyal medya platformları… Eğer dikkat etmezsek tüm bunlar, bizi sağlıksız bir şekilde şişmanlatıyor. Sadece zamanınızı çalmakla kalmıyorlar, bizi düşünmekten, harekete geçmekten, sosyalleşmekten ve üretmekten de alıkoyuyorlar. Zihinlerimiz şişmanladıkça bizler tembelleşiyoruz. Empati yeteneğimiz başta olmak üzere birçok insani duygumuzu yitiriyoruz.
Johnson'a göre, insanlar diyetteyken neyi, nasıl ve ne ölçüde yiyecekleri konusunda seçici davranıyorsa, bilgi konusunda da seçici olmaları şart: Bu gereksiz bilgi parçaları bize çok leziz gelebilir; tıpkı kilolarımızın kaynağı olan o şekerli, yağlı, tuzlu abur cuburlar gibi. Ama bu bilgi parçaları da en az onlar kadar zararlı. İşin en kötü tarafı, kimse bizi pasta yemeye zorlamadığı gibi, bu faydasız bilgi sağanağında ıslanmak için de zorlamıyor. Bu kötülüğü kendimize, yine kendimiz yapıyoruz. Açıkçası bizden önceki nesillerin hayatları boyu maruz kaldığı iletişim ve enformasyon miktarına, sadece bir ayda maruz kalmanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bu sıkıntıdan kurtulmanın ilk adımı ise bilinçli bilgi tüketimidir.
Bilinçli bilgi tüketimi için neler yapabileceğimiz hususunda, Johnson’ın izleğinde derlediğim önerileri sıralarsak eğer:
1- Yerel ürün tüketin: Başka ülkelerdeki gelişmeler hakkında bilgi edinmenin önemli olması yanında, çoğumuz, gündelik hayatımız açısından pek de anlamı olmayan bu tarz uzak bilgilere haddinden fazla ehemmiyet atfediyoruz. Oysa yerel haberler, bireyler için küresel haberlerden daha anlamlı ve hayatla daha ilintilidir. Nasıl ki bedenimiz için yerel ürün tüketmemiz öneriliyorsa, zihnimiz için de aynı öneriyi verebiliriz. Dünyadaki her şeyden haberdar olmak mı, yaşadığımız şehirde, mahallede olup bitenlere bigâne kalmak mı? Tercihimizi kendi şehrimizden, mahallemizden yana kullanmamız gerekir.
2- Reklama daha az maruz kalın: Zihinsel obeziteden kurtulma yolunda kayda değer değişiklikler elde etmek istiyorsak, dürüst olan ve bize bilgi anlamında besin değeri yüksek içerik tedarik eden kişileri/ kurumları malî açıdan desteklememiz gerekiyor. Sağlıklı bir bilgi diyeti uygulayıcısının kendisini reklama boğacak bir siteye kesinlikle üye olmaması beklenir. Her ne kadar imkânsız görünse de bilgiyi reklama maruz kalmadan edinmek için çaba sarf etmeliyiz.
3- Aldığınız bilginin çeşitliliğini artırın: Uzak durulması gereken şeyler sadece işlenmiş bilgilerden ibaret değildir. Bir gıda diyetinin terimleriyle konuşacak olursak, zihnin iştahını kabartan şeyin zaten inanmakta olduğunuz şeylerin teyidi olduğunu söyleyebiliriz. Sağlıklı bir bilgi diyeti, hem içerik hem de bakış açısı itibariyle çeşitlilik peşinde koşmayı gerekli kılar. Sağlıklı bir bilgi diyeti için kesin kanaatlerimizi teyit edici içerikleri ancak belli bir ölçüde tüketmeli, tarafgirliklerimizi kontrol altına almalı ve sahip olduğumuz kanaatlere yönelik meydan okumalara mümkün olduğu kadar daha çok kulak kabartmalıyız.
4- Sosyal medya hesaplarınızı sadeleştirin: Herkesi takip etmek zorunda değilsiniz. Paylaşımlarıyla size değer katan, olaylara farklı bakış açısıyla yaklaşan, paylaşımlarında kültürel bir alt yapının varlığı hissedilen, lüzumsuz konularla uğraşmayan, güncelin içerisinde dönüp durmayan farklı ve nitelikli kişileri takip etmeye özen gösterin. Unutmayın ki abur cubur paylaşımlar, sizin adım adım zihinsel obezite olmanıza sebep olur.
5- Televizyonlardaki tartışma programlarına prim vermeyin: Özellikle haber kanallarının prime time kuşaklarında sıklıkla yer verdikleri tartışma programlarının, insanların zamanını boşa harcamak dışında pek bir işe yaradığı yok aslında. Ya “horoz dövüşü” ya da “papağan sevimliliği” tadında geçmek zorunda bırakılan tartışma programlarını hayatınızdan çıkarmak, kendi sağlığınız için atacağınız en önemli adımlardan biri olacaktır.
İsterseniz bu beş maddeyi kendiniz daha çoğaltabilirsiniz. Temel hedefimiz bilinçli bilgi tüketimi olduktan sonra “kişiye özel zihinsel diyetler” uygulamaktan çekinmemeliyiz.

[Bu yazı 26.11.2018 tarihinde Karar gazetesinin Görüşler sayfasında yayımlandı]

11 Ekim 2018 Perşembe

Der Standard Gazetesi 30 yaşında

İflah olmaz bir basılı gazete sevdalısıyım. Bu sevdanın oluşmasında, gözümü dünyaya ilk açtığımda evimizde gazeteyle tanışmamın büyük etkisi olduğuna inanıyorum. Ancak sadece bu durum, basılı gazete sevdamın kaynağını açıklamada yetersiz kalabilir. İçimden gelen; bastırılamayan, söndürülemeyen, öldürülemeyen bir gazete aşkına sahibim. Bu sevgi, salt bir gazeteye duyduğum ilgi ile açıklanamaz. Daha çok bu sevgiyi tasarımı, mizanpajı, görselliği kusursuz, ahenkli ve "soğuk" gazetelere duyuyorum diyebilirim. Amerika ve Avrupa'da örneklerine sıkça rastlayacağımız bu türden gazeteler, içimdeki ateşi harlamaya devam ediyor. Türkiye'de bu türden tasarım harikası gazete ne yazık ki yok. Daha önceleri denemeler olmuş ama hep akim kalmış. 

Görüntüsü ile beni kendine hayran bırakan gazeteleri aramak, bulmak, dakikalarca sayfalarını incelemek, tasarımına dalıp gitmek, fontunu sevmek, ayrıntılarını keşfetmek en büyük hobim diyebilirim. Bu konuda Avrupa'nın farklı ülkelerinde yayımlanan bahsettiğim tarzda ciddi gazeteleri internetten üzerinden bulup inceliyorum. İşte o gazetelerden biri: Der Standard... Henüz bu muhteşem tasarıma ve içeriğe sahip gazeteyi elime alamadım, kokusunu içime sayfalarını çeviremedim. Ancak gazete ile ilgili internet üzerinden yaptığım araştırma neticesinde bulabildiğim bilgileri kaleme aldım. Bu tarz yazılara devam etmeyi umuyorum... 

İlk sayısı 19 Ekim 1988 günü yayımlanan Avusturya’nın ne itibarlı gazetesi Der Standard, 30. yaşını kutlamanın mutluluğunu yaşıyor. Avusturyalı sanatçı/ ressam/ yazar Oscar Bronner tarafından kurulan gazetenin hedefi, Avusturya’nın The Newyork Times’ı olmaktı. Aradan geçen yıllarda, gazete bu hedefe oldukça yaklaşmış durumda. Bronner, Amerika’da yaşadığı yıllarda 13 yıl boyunca The Newyork Times gazetesini okuduğunu ve ülkesinde buna benzer bir gazete çıkarmanın hayalini kurduğunu belirtiyor. Ülkesindeki gazeteleri bulvar ve sahtekâr gazeteler olarak tanımlayan Bronner; "ciddi bir gazetenin hasretini çekiyordum ve nihayet Der Standard’ı çıkarmak için gereken adımı attım." sözleri ile anlatıyor macerasının başlangıcını. Bronner'in The Newyork Times sevgisi iki gazete arasında işbirliğine evrilmiş durumda. Der Standard, Pazartesi günleri okurlarına The Newyork Times isimli bir ek veriyor ki ekteki haberler The Newyork Times gazetesinden derleme. 

Gazetenin 19 Ekim 1988'de yayımlanan ilk sayısı.

Tasarımı, içeriği, görsel kullanımı, fontu, habere bakışı ile ciddi bir gazete, nasıl olması gerekiyorsa o şekilde yayımlanan Der Standard, kendini liberal ve siyaseten bağımsız olarak tanımlamakla birlikte, genelde merkez-sol çizgide kabul ediliyor. Bronner ise sol çizgi ifadesini kesinkes reddediyor; muhafazakar okur kitlesi içerisinde yer aldıklarını vurguluyor. Gazetenin ismi, aslında hedefin ne olduğunu gayet net anlatıyor. Gazetenin 30. Yıl dönümü için Avusturyalılara sorulan "Der Standard deyince aklınıza ne geliyor?" sorusuna verilen cevaplarda çoğunluğu; entelektüel, bağımsız, liberal, fikir çeşitliliği, tarafsızlık, objektif kavramlarının oluşturması da dikkati çekiyor.

Her gün ortalama 32 sayfa çıkan gazetede ortalama 1 sayfa spor, 6 sayfa dış haberler, 4 sayfa kültür/sanat yer alıyor. Ekonomi, TV Radyo yayınları, bilim, otomobil yer verilen diğer sayfalardan. Sayfalarında genelde bir ana fotoğrafın dışında başka bir görsele yer verilmiyor. Ancak o tek fotoğrafın özenli ve kaliteli olmasına önem veriliyor. Der Standard, 1995 yılında internette yayımlanan ilk Almanca gazete olma özelliğini taşıyor. Gazete, içeriğini halen internette bedava olarak sunmaya devam ediyor. Ücretsiz abone olma özelliğiyle, gazetenin tüm basılı sayfalarını ekrandan aynı şekliyle okuyabiliyorsunuz.

1943 İsrail Hayfa doğumlu Oscar Bronner, kendisini "iflah olmaz bir basılı gazete taraftarı" olarak niteliyor. Basılı gazetelerin zor günlerden geçtiği, internet üzerinden yayıncılığın revaçta olduğuna dair işaretleri aldığını ancak basılı gazetenin çıkabilmesi için elinden geleni yapacağının altını çiziyor. Der Standard’ı sıkıcı ve tekdüze bulanlar olduğuna dair bir soruya Bronner, gazetemizi öncelikle sadece gazete okumak isteyenler için yapıyoruz diyerek cevaplıyor. Gazetesine o kadar sevgi dolu yaklaşıyor ki Bronner, Der Standarda'ın radyo spotlarını dahi kendi seslendiriyor. Bronner'ın gazete ve gazetecilik aşkı, büyük oğlunda hayat bulmuş gibi. Zira 1973 Viyana doğumlu büyük oğlu Alexander Mitteracker, gazetenin şu andaki genel yayın yönetmeni.

Gazetenin kurucusu Oscar Bronner.

19 Ekim 1988’de yayımlanan ilk sayısındaki editör yazısında “Der Standard, küçük ülkenin büyük sesi olacak” ifadesi yer alıyordu. Gazete, 30 yıllık yaşamında bunu başardığını herkese kanıtladı. Avusturya basını içerisinde ne dediğine dikkat kesilen, uluslararası camiada yaptığı/ yer verdiği haberleri önemsenen bir gazete konumunda bulunuyor. Bunda, gazetenin kurucusu Oscar Bronner’in her sene Bilderberg Konferansı'na katılan birkaç Avusturyalıdan birisi olmasının da payı mutlaka vardır.

Gazetenin ilk günlerinde kayda alınan ve kurucu ekibin, kendilerine uzun yılar ev sahipliği yapmış olan gazete binasına ilk kez hep birlikte geldikleri video Der Standard gazetesinin ne olduğuna dair önemli ipuçları barındırıyor. Videoda gazetenin kurucusu Oscar Bronner, Yüzüklerin Efendisi'ndeki büyücü Gandalf misali ağzında piposu ile görülüyor. Hatta kamera özellikle Bronner'in piposuna zum yapıyor. Gazete binasının tanıtımının yapıldığı videoda, Bronner'in yanı sıra gazetenin kurucu babaları da yer alıyor. Video, gazete çalışanlarının açık havada hep birlikte fotoğraf çekimi ile son buluyor. 1988 tarihinde böyle bir videonun düşünülmesi, bir anlamda gazeteye duyulan sevginin ve güvenin bir göstergesi aslında.     


Baba, oğul ve bir gazete.

Somon pembesi rengiyle ülkedeki gazetelerden, görsel olarak da ayrılan Der Standard, günlük ortalama 100 binlik tirajıyla, Avusturya’nın olduğu kadar, Almanca konuşulan coğrafyanın da en itibarlı gazeteleri arasında yer almayı sürdürüyor. Avusturya'da yapılan medya analizlerine göre gazete, ülkedekilerin %7'si tarafından okunuyor ki bu, Avusturya genelinde 525 bin okuyucu demek. Yine aynı analize göre Der Standard, akademisyenlerin %17'si tarafından en çok okunan ve beğenilen gazete olma özelliği de taşıyor. Gazete, okurla ilişkisini sıcak ve yakın tutmayı önemsiyor. Bu konuda özellikle Der Standard'ın kuruluş yıl dönümlerini okurlarıyla kutlamaya özen gösteriyor. Okurlarının gazeteye sahip çıkmasını isterken, içeriğiyle de okurlarının seviyesine katkı sunmayı ihmal etmiyor.  


Hepimize gazete sevgisini yeniden hatırlattığı için Der Standard'a ve onun kurucularına en derin saygılarımızla... Nice 30 yıllara...



18 Eylül 2017 Pazartesi

Dinmek bilmez bir heyecan: Kadir Metin Akbaş

Giriş notu: Aşağıdaki güzel yazıyı, kadim dostum yazar ve şair Ömer Yalçınova www.dunyabizim.com sitesi için benden habersiz yazmıştı. 2015'in Ekim ayında yayınlanan yazıyı, olası bir kaybolma durumuna karşı bloğumda yayınlama kararı aldım... Güzel cümleleri için Ömer'e çok teşekkür ediyorum...  

****
Kadir Metin Akbaş ender rastlanan bir heyecana sahiptir. Sanırım ne zaman onun ismini ansam ilk önce bu heyecanını anlatmak istemişimdir. Tabii bir de gözlerindeki canlılığı… Heyecanını ele vermekten çekinmeyen o gözler, dostlukla bakar çevresine, kesinlikle nefret, öfke, kin, garaz taşımaz. Ne zaman ona dostlukla uzanan bir el olsa, mutlaka tutar, taşıyabildiği yere kadar götürür.

İlk sayısını 2016'nın Ocak ayında Kırklareli'nde çıkardığımız Katı derginin ilk sayısı. 
Bunu Kadir Metin Akbaş’ın zor günlerimde gösterdiği arkadaşlıktan yola çıkarak söylüyorum. Hesapsızlığını, iyilikseverliğini, birlikte üzülüp birlikte sevinmesini gözlerimin önüne getirerek... Yani yola çıkılacaksa, işaret edebileceğim ilk ve birkaç isimden biridir Kadir Metin. Biraz da tabii o ilginç bilgeliğini fark edip, fark ettirmek isteyerek söylüyorum bunu. Yani ona her şeyi anlatmak zorunda değilsinizdir. O dinler, sonuna kadar dinler. Fakat anlatmasanız da Kadir Metin’in dinlediğini, gözlemlediğini, anladığını, daha doğrusu nabzınızı tuttuğunu çok sonradan fark edersiniz. Hareketlerinizden, mimiklerinizden, sesinizdeki kırılmadan, duruşunuzdaki eğiklikten Kadir Metin ne halde olduğunuzu yorumlar. Onun karşısındakini derinliğine anlamaya çalıştığını, küçük bir ayrıntıdan büyük bir hikâye yazabildiğini biliyorum. Kadir Metin’in belki de en çok bu tarafına güveniyorum. Görünenlerle yetinmemesine, hüsnü zannına, karşısındakine defalarca fırsat tanımasına, her defasında dinlemesine, dinlemekten usanmamasına ve kısa, özlü, keskin ve doğrudan sonuca varan tavsiyelerine…
Kadir Metin hareket, bereket, üretkenlik demektir...
Bir gün Kadir Metin’in gözlerindeki canlılığı göremem diye çok korktuğum olmuştur. Fakat o her defasında yeniden şaşırtmış, eksilen değil artan, çeşitlenen, boyut kazanan, biraz daha renklenen ve verimlileşen heyecanıyla yüzümü güldürmüştür. En umutsuz olduğum anlarda bile o canlı bakışlarıyla henüz yolun sonuna gelmediğimizi göstermiştir. Bunun için ayrıca bir şey yapmasına gerek yok. Onun kısa, özlü ve bilgi amaçlı soruları yeterlidir. Hemen düşünmeye başlarsınız Kadir Metin’le birlikteyken. Her konuda ve her tarzda… Hata yapmaktan korkmazsınız. O soru sorar ve siz o anda beyin fırtınası geçirmeye başlarsınız. Siz konuşurken araya başka başka sorular da ekler. O sorularla bir anda konunun farklı boyutlarına atlar, düşünme hızınızı artırırsınız. Kadir Metin’le birlikteyken daha önce düşünmediğiniz şeyleri düşünmeye başlarsınız. Söylemediğiniz şeyleri söylemeye, haberiniz olmayan şeylerden haberdar olmaya. Onun her sözü, her hareketi, her işaret ettiği nokta ayrı bir canlanmaya sebep olur.
İkincisi; Kadir Metin uzaklara bakmamamız gerektiğini gösterir. İlk önce yanındaki/ yakınındaki değerleri, üstünlükleri, yapılacakları işaret eder. Örneğin konu sıkıntısı çekmezsiniz onun yanında. Basit, küçük, ne önemi var canım diyerek ittiğiniz, bu yüzden de bir milim ilerleyemediğiniz noktalarda Kadir Metin ince zekasını konuşturur. Ve takıldığın küçüklüklerin hiç de küçük olmadığını söyler. O zaman harekete geçersiniz, tıkanan beyin damarlarınızın açıldığını hissedersiniz. Önce çevrenizdekilere bakarsınız. Oradan başlamanız gerektiğini ihtar eder Kadir Metin. Sen oturup ciltler dolusu yazılacak şeyleri düşünüp, plan yaparken, o, yazılması gereken kısa bir haberi veya denemeyi sana hatırlatır. O zaman ciltler dolusu yazılacak kitapları düşünüp, onları yazmaya bir türlü başlayamayıp, başlayamamanın ezikliği altında kalmaktan kurtulursunuz. Kadir Metin hareket, bereket, üretkenlik demektir. Boş oturmak, boş konuşmak, sıkıntılarla, bunalımlarla, karamsarlıklarla uğraşmak demek değildir.
O, alfabe’nin her şeyiydi...
Kadir Metin Konya’da alfabe adında bir fanzin çıkardı. Halen sorsalar, böyle bir dergi çıkar mı, çıkması gerekir mi diye, vereceğim cevap değişmeyecektir: Çıkmaz, çıkması da gerekmez. On yıl önce de Kadir Metin’e böyle söylemiştim. Çıkmaz böyle bir dergi. Maliyetli iş, mizanpajıydı, kapağıydı, dağıtımıydı… kim uğraşacak, üstelik merkez dergiler dururken yerel dergide kim yazmak isteyecek… Söylemeyi unuttuk: Kadir Metin’in karşısına bahanelerle çıkmayacaksın. Hemen anlar, müdahale eder. Tembellik ediyorsun veya sen bunu istemiyorsun diye can damarından yakalar. Neyse, alfabe çıkmaz, boş ver, otur hikâyeni, yazını yaz, yayımlayacak yer elbet bulunur dememe rağmen o, alfabe’yi 13 sayı çıkardı. Benim gibi ümitsiz konuşan hiç kimseyi dinlemedi. “Bir avuç genç”i bir araya getirdi. “Dergiyi ben okuyacağım, hiç kimse okumasa bile” dedi. O güne kadar hiçbir yerde yazmamış arkadaşlarımıza yazı yazdırdı. Yani hemen çetesini kurdu ve görev dağılımı yaptı. Yazacak konu bulamayana konu buldu. Hevesi olmayana heves aşıladı. Heyecanı olmayanı heyecanlandırdı. Tacettin Nükte’yle birlikte Nükte Kitabevi'ni bir kültür ortamına dönüştürdü.
Hiç kimse okumasa bile ben okuyacağım” diyerek alfabe’nin her sayısını bitmek tükenmek bilmez bir heyecanla hazırladı Kadir Metin. Güya bizi de yayın kuruluna yazdı. Oysa benim yaptığım hiçbir şey yoktu. Yazımı bile geciktire geciktire yazardım. Ama Kadir Metin’in o heyecanını, dost canlılığını, ekip kurmasını, yazmasını, yazdırmasını, haftalık toplantılar düzenlemesini, herkesle ayrı ayrı ilgilenmesini şaşkınlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Lider olmak başka bir şeydir, büyük fedakarlıklar gerektirir. Kadir Metin sırtında çantası, kucağında bir top alfabe dergisinin yeni sayısıyla, Konya’yı adım adım dolaşırdı. Dergi reyonu olmayan kitapçılar bile Kadir Metin’in ikna ediciliğinden kurtulamamış ve alfabe satmaya başlamıştı.
Her dergiye bir Kadir Metin gerekir. O, alfabe’nin her şeyiydi. Kavgaysa kavga, dostluksa dostluk…. Kadir Metin’de bulunurdu. Onun editörlüğünde düşünmek ve yazmak istiyorsanız, ümmet bilincine, kaygısına saygılı olmanız yeterlidir. Ayrıntıda anlaşmasanız da olur. Hatta bağıra çağıra tartışabilir, ağır polemiklere girebilirsiniz. Kadir Metin kin tutmaz. Tartışmadır, orada oldu bitti, biz işimize bakalım der. Ne okuyorsun bugünlerde diye sorar mesela.
Her şey kötüye gitse...
Kadir Metin her şeyiyle güler, gözleriyle, sesiyle, el kol hareketleriyle. Gözleri gözlüklerinin arkasından afacan gülücükler saçar çevresine, sesinde her an kahkaha atacakmış gibi bir neşe vardır. Ve devam eder: Hangi gazete veya dergiyi takip ediyorsun? Her gazeteden, her dergiden haberdar olmak ister. Meraklıdır. Bilgiye her zaman kapısı açıktır. Değişiklikleri sever. Ayrım gözetmez. Kimin ne olduğunu çabuk çözer zaten. O yüzden şu gazeteden veya dergiden uzak durayım gibi önyargıları yoktur. Kendine ilginç, bende olmayan ve diğer kişilerde de çok rastlamadığım bir şekilde güvenir.
Her şey kötüye gitse, Kadir Metin namazını kılar, Kur’an-ı Kerim’ini okur ve yolunu bulur. Onun çok kederli anlarına da şahit olmuştum. Şiddetli dalgalar içinde boğuştuğunu da görmüştüm. Allah’ın ipine sarılarak kurtulduğunu, daha doğrusu kendine geldiğini biliyorum. Kimseden de yardım istememişti. Gelen dalgalara karşı tek başına durmuştu. Sanırım özgüveni, sarsılmaz iradesi, bitmeyen heyecanı biraz da bundan kaynaklanıyor: Allah’ın ipine sımsıkı sarılmasından, tek başına karar verebilmesinden, çevresine insan toplamaktaki hünerinden.
Sancaktar’ta ve daha ismini hatırlamadığım birkaç gazete ve dergide güzel yazılar yazdı Kadir Metin. Şimdilerde Diriliş Postası’nda köşe tutuyor. Son görüşmemizde alfabe’yi yeniden çıkarmaya başlasak nasıl olur diye sordu. Bendeki cevap aynı: Boş ver, gerek yok, bizden geçti artık. Fakat o, yine beni dinlemeyecektir. İyi ki de dinlemeyecektir.


Ömer Yalçınova yazdı...

28 Ağustos 2016 Pazar

15 Temmuz Destanı

15 Temmuz şehitlerini rahmetle, gazilerini minnetle anarak başlayalım söze. Rabbim, 100 yılda bir yaşanacak bir musibet verdi, bu millet o musibet içerisinden muhteşem bir hikâye çıkardı. 60 darbesinde evinden çıkmayan, 80 darbesinde perdenin ardından sokağa bakan, 28 Şubat’ta dişlerini sıkan bu millet, 15 Temmuz akşamında “hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım/ kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” diyerek eşine az rastlanır bir destana imza attı. 15 Temmuz akşamı, karanlığın en koyusunu yaşamaya hazırlanırken, aydınlık bir sabaha ulaşmamızı sağlayan rabbime sonsuz şükürler olsun.

Darbe söylentisinin ilk duyulduğu anda sosyal medyadan tepkisini veren, darbeye karşı restini çeken, abdestini alıp Türk bayrağıyla sokağa çıkan milyonlar, hepimizi bu topraklar adına bir kez daha umutlandırdı. Bu toprakların dedelerinden, ninelerinden, kadınlarından, erkeklerinden, çocuklarından umudunu kesen her kim varsa, 15 Temmuz akşamında hakikatin bambaşka bir tezahürü olduğunu gördü. İlk gecede hiç düşünmeden kararını bu milletten, bu topraklardan, bu ülkeden yana yapanlarla; sonrasında havayı koklayıp, işi garantiye alıp asayiş berkemal olunca meydana çıkanlar arasında dağlar kadar fark olduğunu hiçbir zaman unutmayacağız. Darbecileri durdurmak için canından, malından vazgeçenlerle sonrasında bunun edebiyatını yapanları, bunun cakasını satanları, bunun sefasını sürenleri aynı kefeye koymayacağız. 15 Temmuz akşamında darbe haberini alır almaz üstünü bile değiştirmeden pijamasıyla sokağa çıkıp ilk gördüğü tankın önüne yatanlarla, kurşunlara aldırmadan yürüyenlerle, o gece evinden dışarı adım atmayıp saklananları bir tutmayacağız.

15 Temmuz akşamında tüm Türkiye tek bir sloganla yankılandı: Ya Allah, Bismillah, Allahuekber… Darbe girişiminin ilk saatlerinde tavrını açıkça bu milletten yana koyan Devlet Bahçeli sayesinde ülkücü camia, sokaklarda darbecilere karşı en önde saflarda yer aldı. Üç hilalli bayraklarıyla, kurt başı el işaretleri ve dillerinde Ya Allah, Bismillah, Allahuekber sloganlarıyla bu ülkenin karanlığını aydınlığa çevirmede başrolü oynadılar. Bu duruşlarını hiçbir zaman unutmayacağız. “Vatanseverlik nedir?” sorusunun cevabını ete kemiğe büründürdüler. Zor zamanda konuşmanın önemini hatırlattılar. Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır sözünü hayata geçirdiler.

O akşam en ön safta yer alıp, tanka, silaha, bombaya karşı ülkesini savunanlar arasında Saadet Partisi’nden yiğitler de vardı. Ve onlardan 15’i darbecilerin kurşunları ile şehit düştü. Belki daha o akşam haberleri izlerken Ak Parti’yi, Erdoğan’ı eleştirmişlerdi ama darbe yapılacağını haber alır almaz parti rozetlerini bir kenara bırakıp meydanlara atıldılar. Onlar, 28 Şubat’ta bu millete yapılanın aynısının hatta daha fazlasının 15 Temmuz sonrasında yapılacağını bildikleri için çıktılar sokaklara. O dönemde Erbakan yalnız bırakılmıştı, bugün de Erdoğan aynı akıbete uğramasın diye kurşunlara siper oldular. Milli Gençlik Vakfı’nda, Anadolu Gençlik Derneği’nde öğretilen vatan sevgisinin, bayrak sevgisinin, ümmet bilincinin gereğini yerine getirdiler.

Şimdi temizlik zamanı… Bir yandan şehitlerimizin aziz hatıralarını yâd edeceğiz bir yandan da ülkemizi bu FETÖ’cü hainlerden tek tek temizleyeceğiz. TSK içerisinde yuvalanan, emniyete, yargıya, diğer önemli kurumlara çöreklenen bu yapı, buralardan bir daha geri gelmeyecek şekilde sökülüp atılmalı. Bu yetmez. TSK başta olmak üzere tüm kurumların tertemiz, ferah, şeffaf ve emin kalabilmesi için buraların tamamen, ardına kadar millete açılması gerekiyor. Bu milletin çocukları hiçbir sınırlamaya uğramadan, hak ettiği şekilde bu kurumlarda yerini almalı. FETÖ gibi sinsilerin bu kurumlara sızmasını engellemek için bu kurumlar milletin tüm ferdine açık olmalı. Bu ülkenin çocukları, bu iklimin çocukları, bu toprakların çocukları buralarda özgürce ve kendi benlikleriyle yer almalı. Bu kurumlar; ezandan, saladan, camiden, mehter marşından, tekbirden, başörtüsünden korkanlara değil, bunlar için canını verecek olanlara açılmalı. Bu kurumlarda halkına tepeden bakanlar değil, halkıyla omuz omuza olanlar istihdam edilmeli. Askerle milleti buluşturun, bu iki değeri bir birine kavuşturun. “Rütbe omuzda duran değildir, yürekte olandır” anlayışıyla hareket edenleri baş tacı edin. Karanlık odaklara, kökü dışarda olanlara hizmet edenlere değil, bu millete hizmet edecek insanlara makam mevki, rütbe verin.

7 Şubat 2012’de Mit Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması ile başlayan, Haziran 2013’deki Gezi Kalkışması ile alenileşen, 17-25 Aralık ile keskinleşen savaş, inşallah, 15 Temmuz 2016’da yepyeni bir merhaleye evirilmiş oldu. 40 yıl boyunca bu ülkeyi, bu ülkenin kurumlarını saran şer şebekesi son kalkışması ile intihar ettiğini cümle âleme gösterdi. Mücadele bitmedi, kıyamete kadar devam edecek. Bundan sonra daha uyanık olacağız. Feraset sahibi olacağız. Her mevzuda kılı kırk yaracağız. Kimseye aklımızı kiraya vermeyeceğiz. Her “Allah” diyene kul köle olmayacağız. Her bebek yüzlüye kanıp, benliğimizi her koşulda ona teslim etmeyeceğiz. Soracağız, sorgulayacağız.
Bu darbe girişimi ile bir şeyi de kafamıza mıh gibi çaktık; bundan böyle oğullarımızı, kardeşlerimizi, yeğenlerimizi askere gönderirken onlara şunu söyleyeceğiz: Eğer sizi darbe yapmak için, millete kurşun sıkmak için zorla sokağa çıkarırlarsa, ilk fırsatta üniformanı çıkar ve halkın arasına karış...

  

22 Nisan 2016 Cuma

Herkesin bir derdi var durur içerisinde

Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde... Volkan Konak’ın en bilinen, en hüzünlü şarkısından bir dörtlükle girdim yazıya. Annem çok severdi bu şarkıyı. En çok da “herkesin bir derdi var durur içerisinde” mısrasını mırıldanırdı. Eminim bu şarkının tamamını baştan sona hiç dinlemedi. Şarkının neyden bahsettiğini dahi bilmiyordu belki de ama bu mısra onun için çok şey ifade ediyordu. Canı bir şeye sıkıldığında, birine hüzünlendiğinde “herkesin bir derdi var durur içerisinde” derdi, susardı.


Nedense benim de dilime takılır bu şarkı. Bir nevi annemden miras… 15 Mayıs akşamı hastaneye kaldırdık annemi. Üçüncü felcini geçirdiğini bilmiyorduk. “Bana bir şey oluyor” dediğinde, kardeşimle birlikte koluna girmiştik bile. Annemden duyduğum son cümle babamın adı oldu; “İbrahim bana bir şey oluyor” dedi, sustu… Ağzı kapandı, gözleri kapandı, bilinci kapandı. Hastaneye yatırdık. 45 gün boyunca hiç değişmedi durumu. Bilinci hep kapalıydı. Konuşmadı. Duymadı. Bir “ah” bile demedi. Her Pazar ziyaretine gittiğimde bir bebek gibi yatışını izler, ağarmış saçlarını okşar, ellerinden öper, yanaklarını sever dönerdim eve… Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde...

Takvim yaprakları Haziran’ın 30’unu gösterdiği günün sabahı, yoğun bakımdaki 46. gününde hastaneden arayıp “annenizin durumu kritik” dediler. Biz hastaneye varana kadar gitti annem… Helalleşemeden… Dertleşemeden… Son nefesinde yanında olamadan… İnsanın annesi ölünce, ne diyeceğini bilemiyor. Ne düşüneceğini. Ne hissedeceğini. Ne yapacağını… Anneler evlatlarını dünya hayatında her şeye hazırlıyor da, bir bu veda’ya hazırlıksız yakalanıyor evlatlar. Yapayalnız kalıveriyor insan. “Çektiği acılar günahlarına kefaret olsun” diye ağlıyorsun sadece. "Günahlarını görmesinler, yaptığı iyi amelleri hatırlasınlar. Ahiret yurdunda hiç zahmet çekmesin" istiyorsun. Kusurları örtülsün, günahları dökülsün, yanlışları silinsin istiyorsun. Yoksa ötesini yüreğini kaldırmayacağını iyi biliyorsun.

Ertesi gün annemi kendi ellerimle koydum kabrine. Kefen bağlarını çözdüm. Yönü kıbleye dönük kalsın diye, sırtına toprağını ben belerttim. Canından, kanından, ruhundan, kaderinden karıldığım annemi toprağın bağrına emanet ettim. Bir evladın annesine vedası oluyormuş bu. Yaşayınca öğrendim. Sonrasında ne kadar da gitsen yanına, ilk günün vedası bir başka oluyormuş. Sonradan fark ediyor insan. Her hafta sonu gitsem de yanına, her gün biraz daha uzaklaşıyor annem benden. Günler bir bir eskidikçe, hatıralar daha bir ağır basıyor. Toprağa verdiğim ilk günü hiç unutamıyorum... Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde...



Annem bu dünyadan gideli tam 3 ay oldu. Onsuz 90. günü devirdik. Sancaktar dergisine ilk yazımı yazmak için masama geçtiğimde, aklımda bin tane farklı konu vardı; Suriye’den Mısır’a, R4bia’dan Esma’ya farklı konular için besmele çekmeye niyetlenmiştim. Ama olmadı. Yaş akar gözüm sızlar /Ne kalır gerisine /Herkesin bir derdi var /Durur içerisinde... Mısraları gelip konuverdi dilime. Annem gelip konuverdi hatırıma. Annemi yazmadan başka bir konuya değinmek gelmedi içimden. Eğer kabul ederseniz Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Afganistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da annesini kendi elleriyle toprağa vermek zorunda kalan evlatlar adına yazmış olayım ben yazıyı.



Not I: Bu yazı haftalık Sancak Dergisinin 40. sayısında yayınlandı. (04-10 Ekim 2013)
Not II: Fotoğrafta vefatından 7 ay önce annem ve en küçük torunu oğlum Görkem Çelebi Akbaş.