11 Ocak 2011 Salı

Barışını arayan yorgun ülke: Türkiye


Kılcal damarlarına kadar bir değişimin sancısını yaşıyor Türkiye. Tereyağından kıl çeker gibi değil, kızgın bir bıçakla, ta derinden kurşun çıkarır gibi. 100 yılık maziden günümüze kalan problemlerin çözümü elbette ki kolay olmayacak. Bunun bilincindeyiz ve sabrın her türlüsüne fazlasıyla ihtiyacımız var. Bir problemi isimlendirmek, çözüm için atılmış en büyük adımdır. Umarım adımlarımız kavi ve sağlıklı olur…

Kurtuluş savaşı yılları… Osmanlı’dan geriye ne kalacağının hiç tahmin edilemediği yıllar. Osmanlı bayrağı altında yaşayan milletlerin birer birer bağımsızlığına kavuştuğu, kendi devletlerini kurduğu günler. Ateşin küle döndüğü o günlerde Anadolu coğrafyasında kendi devletini kurmayan iki millet kalmıştır; Türkler ve Kürtler… Mustafa Kemal’in öncülük ettiği Türkler bir tarih yazmanın arifesindedir. Kürt ileri gelenleri ile yapılan uzun görüşmeler, tartışmalar, fikir alışverişleri neticesinde iki milletin bu karanlık günlerde yekvücut halinde mücadele etmesi kararı çıkar. Mustafa Kemal ile görüşme üstüne görüşme yapan Kürt liderler, savaş sonrası kurulacak devletin hangi şartları taşıması, nasıl bir yönetim anlayışını benimsemesi gerektiği konularında mutabakata varırlar. Buna göre kurulacak yeni devlet, Türk ve Kürt halklarının ortak malı olacaktır. Anayasa, devlet yönetimi, iç işleyiş iki milleti esas alarak oluşturulacaktır. Tek bir millete has olmayıp, iki milletin huzuru ve refahı için çalışacak bir devletin temellerinin atılması için konuşulur, görüşülür, temenniler ve dualar edilir.

Kurtuluş Savaş’ı esnasında kader birliği yapan iki milletin önde gelenleri, savaş sonrası kurulacak yeni devletin heyecanı ile savaşa dâhil olur ve muzafferiyetin mukadderat seviyesine yükselmesi ile genç Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Ancak işler savaş öncesi konuşulanlar gibi yürümez. Sıfırdan bir devlet kurmanın sarhoşluğu içerisinde verilen sözler unutulur: “Devlet, sadece Türklerindir ve başka bir milletle paylaşılamaz. Sadece, devlet tek bir milletin değil, devlet sınırları içerisinde yaşayanlar da tek bir millettir.” Savaş öncesi verilen sözlerin her hatırlatılmasında –"Hani Kürtler ve Türkler ortaklık yapmıştık" dendiğinde- söylenen tek bir cümle vardır: "Siz ne’den bahsediyorsunuz. Misak-ı Milli sınırları içerisinde sadece Türkler var, siz de Türksünüz fakat farkında değilsiniz!" 1923’den 2009’a gelen sorun, işte bu cümlede gizlidir.

Aslında ilk sözden cayma, Genç Cumhuriyet’e konulan isimle olmuştur. Yeni devletin ismine tek bir kurucu millet vurgusu olarak “Türkiye” denmesi ile Kürtlerle Türkler arasındaki kurulan köprüler sarsılmış olur. İş sadece bununla da kalmaz, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde tek bir Milet vardır, tek bir dil konuşulur, tek bir kültür geçerlidir, tek bir hayat tarzı muteberdir. Kürt diye bir ırk/millet yoktur. Kürtler benliklerini kaybetmiş Türklerdir. Kürtler, Türk olduğunu bilemeyenlerdir. Kürtler, dağ Türkleridir. Kürtler, bir Türkmen aşiretidir. Kürtler terbiye edilmesi gereken Türklerdir. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kürtçe; bir dil bile değildir. Farsça ve Türkçenin karışımı bir lehçedir. Türkiye’nin doğusunda yaşayan ve kendilerine Kürt diyenler, Kürtçe konuşamaz, çocuklarına Kürtçe isimler veremez. Kürt kültürünü yaşatamaz…” İşte bir halkın yok sayılması böylece başlamış oluyordu. Bunu isyanlar, sürgünler, katliamlar izledi. Bir millet göz göre göre işte böyle hiçe sayıldı. Dili, kimliği, kültürü, geçmişi, edebiyatı yok sayıldı…

Cumhuriyetin ilk yıllarında peş peşe raporlar yazılır. Kabaca “Şark Sorunu” diye adlandırılan bu raporlarda, Kürtlerin, nasıl hareket edilirse bastırılacağına ayrıntılarıyla yer verilir. Koca bir devlet, ülke içerisinde mukim olan bir halka akıl almaz bir biçimde davranış sergilemeye başlar. Kürt ileri gelenler sudan bahanelerle idam edilir. En ufak bir isyanda dahi masum halk en acımasız yöntemlerle cezalandırılır. Acılar çektirilir. Sürgünler uygulanır. Devletin soğuk yüzü, itici tavrı Kürtlerin üzerinden eksilmez. Kurulmasına yardımcı oldukları devlet tarafından, her defasında cezalandırılır, sopa yer, itilir kakılır. Devlet, yola gelmeyeceklerine kanaat getirdiği Kürtlere rahat yüzü göstermez. Devletin davranışı neticesinde Kürtler devletten soğur, devleti sahiplenmekten vazgeçer. Soğumakla kalmaz, devletle kanlı bıçaklı hale gelirler. Çocuklar devlete düşman olarak yetiştirilir. Devlet her doğan Kürt çocuğuna düşman gözüyle bakar. Bir inatlaşmaya, bir kısırdöngüye girilmiştir artık. Çıkış için eldeki olanaklar kullanılmaz. Sanki gizli bir el her iki tarafın da, barışmasına müsaade etmez. Kürtler özgürlük ister, devlet “hayır” der. Kürtler hak ister devlet duymazdan gelir. Kürtler görülmek, anlaşılmak ister, devlet umursamaz. Devletle Kürtlerin arası kapanmayacak bir yara gibi açılmıştır artık.

Devletle Kürtler arasında böyle bir iletişimsizlik hüküm sürerken, Türklerin öteki’ne bakış açısı devletten azadedir. Devlet iki milletin arasının bozulması için elinden geleni yapmasına karşın iki millet, Osmanlı’da olgunlaştırdıkları birlikteliği daha da geliştirirler. Kız alıp vermeler, aile olmalar, komşuluk ilişkileri, akraba bağları, ticari ilişkiler derken, neredeyse iki ayrı millet olduklarını dahi unuturlar. Bu dönem, “Kürtler bizim kardeşimizdir” söylemlerinin tavan yaptığı bir zaman dilimidir. Türkler böyle dese de, Kürtler bu iddiadan çok da memnun değildir. Onlar kardeş olmanın ötesinde eşit olmak istemektedirler. En azından Türkler kadar haklara sahip olmanın derdindedirler. Türkler gibi korkusuzca dillerini konuşmak, çocuklarına kendi istedikleri isimlerini vermek, kendi kimliklerini yaşatmak isterler. Devletin kurulmasına öncülük etmiş iki temel halktan biri olan Kürtlerin bu istekleri her defasında devletin vurdumduymazlığı içerisinde kaybolur gider, makes bulmaz. Kürtlerin bu istekleri karşısında Türklerin de kafası karışır ve her defasında gözlerini devlete dikerler. Ancak devletin söylemi bu konuda katidir: Kürt diye bir ırk yok, Kürtçe diye bir dil yok! Bu hal Kürtleri saldırganlaştırır. Devletle başlayan atışmalar, yerini silahlı mücadeleye bırakır. Ne ilginçtir ki; İslam ile bağları kuvvetli olan Kürtlerin haklarını, Marksist ateist bir parti/örgüt savunmaya başlar. 1984 Eruh Jandarma Karakolu baskını ile Kürtler, yeni bir hak arama macerasına girerler. PKK’nın devreye girmesi Kürtler arasında –her şeye rağmen- şaşkınlık ve korku ile karşılanır. Örgüt, uzun bir süre Kürtler tarafından sahiplenilmez. Ancak devletin baskıcı davranışları ve örgütün acımasız tutumu sonucu PKK, bölgede hiç ummadığı bir güce kavuşur. Örgüte muhalif Kürt isimleri birer birer susturulur. PKK, bölgede kendinden başka bir güç istememektedir. Devletin Kürtlere karşı olan malum davranışı da, bölge halkının örgütü sahiplenmesini sağlar. Binlerce Kürt genci dağlara çıkar. Bu süreçte binlerce köy terörle mücadele bahanesiyle boşaltılır yahut yakılır. Fail-i meçhul cinayetler alır başını gider. Ülke, adı konmamış bir iç savaşa girmiştir artık. Devlet, Kürtlerle diyalog kurmak yerine, kendi savaşına Türkleri de dâhil eder. Bu, Anadolu coğrafyasındaki en kirli savaşın pek ateşli bir dönemecine girildiğinin resmidir.

Kürtlerin isteklerine karşın sivil çözümler yerine askeri yaptırımlar uygulanır. Demir balyoz iner Kürtlerin başına. Devlet savaşa Türklerin ve ne ilginçtir ki Kürtlerin çocuklarını da dâhil eder. Askerlik borcunu ödemek için TSK tarafından silah altına alınan gençler, tarafı olmayı bir an bile düşünmedikleri kirli bir savaşın içinde buluverirler kendilerini. “Her şey vatan içindir.” “Her Türk asker doğmuştur”. “Şehadet en ulaşılmaz mertebedir.” Dağları mesken edinen Kürt gençlerinin karşısına, binlerce Türk ve Kürt genci bu düsturlarla çıkarılır. Şehit haberlerinin ardı arkası kesilmez. Devlet ve PKK, en acımasız şekliyle savaşa tutuşunca, bu ülkenin gençlerine de “gök ekin” gibi kırılmak düşer. Savaşa dahil olan Türkler, binlerce çocuğunu kaybeder. Çatışmalarda sadece Türklerin değil Kürtlerin de çocukları şehit düşer. 90’lı yıllar, savaşın en karanlık dönemidir. Savaş git gide büyürken, devlet elindeki tüm imkanlarla yangına körükle gitmeyi ihmal etmez. TRT’de yayınlanan "Perde Arkası" programı, PKK’lıları cani olarak gösterir. Üstleri soyularak teşhir edilen ölmüş PKK’lıların sünnetsiz olduğuna özellikle vurgu yapılır. Ülkede birçok defa normalleşme çabaları başlatılır. Barış için şans arandığı günlerde ilginç olaylar yaşanır. Bu dönemde katliam üstüne katliam gerçekleşir. Kirli savaşta ülke insanı adeta kim vurduya gider. Bingöl karayolunda yolları kesilerek kurşuna dizilen 33 er, kafalarda soru işareti bırakır. Silahsız askerlerin hangi akla hizmet yola çıkarıldığı, kurşuna dizilmelerinden saatler sonra aranıp bulunmaları hep tartışılır. Ancak bu sadece bir başlangıçtır…

2000’li yıllarla birlikte işler tersine döner. Büyük infiallere neden olan Aktütün ve Dağlıca baskınlarının peşi bırakılmaz. Olaylar araştırılır ve insanın kanını donduran gerçekler çıkar ortaya. Ergenekon’un deşifre edilmesi ile birlikte Derin Devlet ile PKK arasındaki ilişkiler de bir bir ortaya serilir. Savaşın devamı için ülke gençleri adeta gözden çıkarılmıştır. Kirli savaştan nemalananlar için kaç gencin hayatının karardığı, kaç ocağın söndüğünün hiçbir önemi yoktur. Onlar için önemli olan ülkenin karanlık kaos ortamından çıkmamasıdır. Nöbette uyuduğu gerekçesiyle bir askerin eline pimi çekilmiş el bombası verilir ve neticede 4 asker şehit olur. Bu, bir dönemin de habercisidir aslında. Bu şekilde hayatını kaybettiği halde PKK tarafından şehit edildi denilen kaç askerin olduğu sorusu kafaları meşgul eder.

Türkiye’ye yıllarını kaybettiren, koca bir ülkeyi yorgun düşüren bu savaş bir an önce bitmelidir. 25 yılda 30 binden fazla insanımızın canına mal olan, bir o kadarının da sakat kalmasına, ruhen yıpranmasına sebep olan bu savaşa bir son verilmelidir. Savaşın bitirilebilmesi için sosyal ve siyasal iyileştirmelerin yapılması, savaşa meydan veren haksızlıkların giderilmesi şarttır. Yapılacak iyileştirmelerden en önemlisi Kürtçenin bu topraklarda konuşulan bir dil olarak kabul görmesidir. Milyonlarca insanın ana dilini yok saymaya devam etmeye bir son verilmelidir. TRT 6’nın gecikmiş de olsa yayına başlamasını bu konuda atılmış küçük fakat önemli bir adım olarak görüyorum. Kürtlere sağlanacak her hak, birileri tarafından ülkenin bölüneceği endişesi/ paranoyası ile karşılanmış, Kürtlerin yok sayılması uygun görülmüştür. Ama artık, hükümetin zor da olsa başlattığı “Demokratik Açılım” ile yeni bir sürece girilmiştir. Açılım, Bu zamana kadar yapılması gereken fakat ertelenen zor ve bir o kadar da meşakkatli bir iş. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana eşitlik isteyen Kürt halkı için bir umut ışığıdır bu. Devlet, uyguladığı politikalar sonucu yıllarca küstürdüğü bir halka, zeytin dalı uzatmaktadır. Kürtlere düşense bu dalı küçümsemeden ellerinin tersiyle itmemek, zorluklara göğüs gererek bu barışı çoğaltmaktır. Biliyoruz ki barış kolay olmayacak, anlaşma hemen sağlanamayacak. Önemli olan barış için ilk adımı atmaktır. İlk adımın ardı gelecektir, buna inanmak gerekir. Bu şartlar altında PKK da şartsız ve koşulsuz olarak silahını bırakmalı, Kürtlerin geleceği için sahneden çekilmelidir. Gelinen noktada PKK’dan daha fazla sivil Kürtlere ihtiyaç duyulmakta; BDP, HAK PAR ve KADEP gibi Kürt partilerine daha çok iş düşmekte.

Adı konmamış savaşın son günlerini yaşıyoruz. Bize düşen sabır, tahammül, empatidir. Sonu gelmez savaştan yorulmuş bir Türk genci olarak, barışın gerekli olduğuna inancım tam. Benim gibi milyonlarca Türk’ün Kürtlerle herhangi bir sorununun olmadığını da biliyorum. Bu, devletin bir problemi idi, devlet işte şimdi problemini sahiplenerek çözüm yolunda adım atmaya başladı. Devletin yapması gerekenlerden biri de, Avustralya devletinin Aborjinler’den dilediği türden bir özür dilemesidir. Bu tarihi zaman diliminde Kürtlerin de kendi Ergenekonlarının ipliğini pazara çıkarması, kalıcı ve gerçek bir barış oldukça önemlidir.

Hiç yorum yok: