21 Aralık 2013 Cumartesi

Kurşunların da rengi var

Her kış geldiğinde, aklıma Bosna savaşı düşüverir. Soğukların insanı üşütmeye başlaması ile birlikte Bosna’da yaşanan dramı hatırlarım. Su bidonları yüklü kızakları hatırlarım. Kazak üstüne kazak giymiş ama ölümüne üşüyen sarışın çocukları hatırlarım. Beyaz örtülü dağlardan Saraybosna’ya yağdırılan ölümleri hatırlarım… Keskin nişancıların kurşunlarından kaçmak için hiç durmamacasına caddelerde koşan iyi giyimli Saraybosnalıları hatırlarım. Bosna savaşı; hep soğuk bir kışı, soğuk bir kış ise Beyaz Zambaklar ülkesindeki dramı hatırlatır bana.

11 yaşında şahit olduğum bu savaş, beni olgunlaştıran bir öğretmen görevi gördü. 3 sene boyunca hiç bitmeyen bir savaşa uzaktan da olsa tanık olmanın vebali ile yaşadım. Savaşa dair gördüğüm manzaraları çocuk aklımla çözmeye çalıştım, ama hayır hiç birini çözemedim… Şimdi geriye dönüp bakınca savaşın üzerinden tam 18 yıl geçmiş. Oysa daha dün gibiydi. Ekranlardan gördüğümüz manzaralar, gazete sayfalarından okuduğumuz hikâyeler anlatılacak gibi değildi. Toplama kamplarında bir deri bir kemik kalmış erkekler, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleri ile yollara düşmüş kadınlar, pazar yerinde alış veriş yaparken düşen bir bombayla ağır yaralanmış halde yardım isteyen insanlar… Ve umutsuzluğun dip yaptığı zamanlarda halkına umut, heyecan ve inanç fısıldayan bir adam: Alija İzzetbegoviç…

Tüm bunları “Kurşunların da rengi var” adlı kitabı okuyunca yeniden yaşadım. Türkiye’de yaşayan Bosnalı gazeteci Emine Şeçeroviç Kaşlı, yazdığı bu ilk kitabında; 7 yaşında iken yakalandığı ve 3 yıl boyunca iliklerine kadar yaşadığı savaşı anlatmış. Avrupa’nın orta yerinde, o zamana kadar kardeş ve dost bildikleri Sırplar tarafından maruz bırakıldıkları vahşeti, çocuk gözüyle anlatmış Emine. Kitabı okurken ister istemez bugüne, Suriye’ye gitmek zorunda kaldım. Keskin nişancıların insan avı, aç susuz geçirilen günler, şehirlere düşen bombalar, ölümler, yaralanmalar, katliamlar… 90’larda Bosna’da ne yaşandıysa şimdi aynısı Suriye’de hayata geçiyor. O zaman nasıl dünya Bosna’daki katliama sessiz kaldıysa, bugün de yine aynı dünya, Suriye’ye kör ve sağır. “Etrafta yorumlar yapılıyordu; Dünya izin vermez savaşa, kurtarırlar bizi kesin, uzun sürmez yakında biter diye. İnsanlar hala gerçeği kabul etmek istemiyordu. Bilemezdik dünyanın savaşı film gibi izleyeceğini. Daha düne kadar komşu olduklarımızın dağdan bize ateş edeceklerini… ” Kitapta yer alan bu cümle, 18 yıl önce Boşnaklar tarafından kurulmuş, ama şimdi aynısını Suriyeliler dillendiriyor. Aradan yıllar geçmiş ama acı aynı, ihanet aynı, vurdumduymazlık aynı, yalnızlık aynı… 3 yıl boyunca Sırp ateşi altında ölüm kalım mücadelesi veren Boşnaklar ve şimdi 3 yıl boyunca Baas rejiminin ateşi altında ölüm kalım mücadelesi veren Suriye halkı. Ne acıdır ki; dün topyekûn Boşnakların yanında yer alan İslam dünyası, bugün aynı duyarlılığı Suriye halkından esirgiyor. 



“Bu kitap bir ajitasyon değil” diyerek başlıyor kitaba Emine Şeçeroviç Kaşlı. Gerçekten de okuyanı salya sümük ağlatmak, Boşnakları acındırmak, savaşı doğaüstü bir konuma getirmek gibi bir niyetinin olmadığını sayfalar ilerledikçe keşfediyorsunuz. Kitap, baştan sona, savaşta bir insan nasıl yaşar? sorusunun cevabı aslında. En zor şartlarda dahi umudunu yitirmeyen, en olumsuz durumlarda dahi inancından güç alan insanların düşmanına, savaşa, dünyaya meydan okuması. Ağabeyini bir bombardımanda şehadete uğurlayan, okullarını ziyarete gelen Bilge Kral’ın karşısında içi içine sığmaz bir halde şiir okuyan, Sırp komşularına karşı çocukça suikastlar planlayan, “dünyanın her yerinde savaş vardır” deyip, Saraybosna’yı terk etmek istemeyen küçük bir kızın kitabı bu. Bosna savaşını unutmamak, Suriye savaşını hatırlamak adına bu kitabı okumak lazım…

Not: Bu yazı Sancaktar dergisinin 51. sayısında yayınlandı.

14 Aralık 2013 Cumartesi

Evet, biz R4biacıyız!

Duydum ki bize Rabiacı diyormuşsun, el hak doğrudur; bizler Rabiacıyız. Duydum ki bize Filistinci diyormuşsun, yine el hak doğrudur; bizler Filistinciyiz. Yoksa sen Rabiacı, Filistinci değil misin? Eğer sen “Rabiacı da değilim, Filistinci de değilim” diyorsan, işte o zaman eyvah… Ben Müslüman’ım diyen herkesin Rabia işareti ile gurur duyması, Filistin davası ile hemhal olması gerekir. Ötesi yok bunun… Ötesi kör bir karanlık…

Rabia işaretinin ilk yapıldığı andan itibaren Başbakan Erdoğan, büyük bir samimiyetle bu işareti sahiplendi. Gittiği her yerde, katıldığı her mitingde, yaptığı her açılışta Rabia işareti yaptı ve on binlere de bu işareti yaptırdı. En son, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında Rabia işareti yaptı ve “biliyorsunuz bazıları bu işaretten çok korkuyor ama biz bu işareti yapmaya, mazlumların yanında olmaya devam edeceğiz.” dedi. Elhamdülillah  Ne mutlu ki böyle bir başbakanımız var. Peki, Başbakan Erdoğan, bu sözü kimin için söyledi? Tabi en başta Büyükelçimizi “istenmeyen adam” ilan eden Mısır’ın darbeci yönetimi için ardından da, “gittiğin her yerde bu işareti yapıyorsun. Ne işin var senin Rabia ile. O kadar çok seviyorsan git Mısır vatandaşı ol. Orada istediğin gibi siyaset yap” diyen, diyebilen ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu için.

Bilmiyorlar ki Rabia işareti sadece Mısır’daki darbecilere karşı değil, dünya üzerindeki tüm darbe meraklıları için, halkını katleden zalimler için, işlenen cinayetler, katledilen insanlar için yapılıyor. Bu işaret, sadece Mısır halkını değil, Türkiye’dekileri, Suriye’dekileri, Filistin’dekileri, velhasıl tüm mazlum coğrafyalardakileri simgeliyor.


Kahire’de doğan, İstanbul’da tasarlanan bu işaret, tüm mazlum halkların ortak işareti. Ancak birileri hala bu işarete alışamadı. Birileri hala bu işaretten korkuyor, ürküyor. Bu işareti karalamak için elinden geleni yapıyor. Kendini Antikapitalist Müslüman olarak vasıflandıran bir yazar, bu işareti masonlarla ilişkilendirdi; “Rabia, Masonik bir işarettir” dedi, diyebildi. Birileri de, bu işaretin tarihte ilk olarak Hazreti Hüseyin’i katleden Yezid tarafından yapıldığını, Hazreti Fatıma’ya atfedilen el işaretine karşı yapılmış bir karşı işaret olduğunu iddia etti. Demek ki Kahireli gençlerin darbeci zalimlere karşı yaptıkları bu işaret, birilerinin fena halde zoruna gitmiş! İnsanları bundan soğutmak için akla hayale gelmeyen lüzumsuz iddialarla akılları bulandırma telaşındalar. Ama bunda başarılı olamadılar, olamayacaklar.


İşaret parmağı havada yapılan “Tekbir” simgesinden sonra, İslam dünyasında en çok bilinen, en çok kullanılan işaret artık Rabia simgesi olacak. Ne mutlu ki tüm dünya Müslümanları gibi Türkiyeli Müslümanlar da bu işareti korkusuzca ve özgüvenle kullanıyorlar. Ama yeterli değil bu. Başbakan Erdoğan’ın bıkmadan usanmadan, inatla sahip çıktığı bu işareti bizler de aynı heyecanla sahiplenmeliyiz. Kimsenin kınamasına aldırmadan, kimsenin iftirasına kanmadan elimiz Rabia olmalı. Bu işaret sadece Ak Partililerin değil, Saadetlilerin, Büyük Birlik Partililerin, Milliyetçi Hareket’e gönül verenlerin, Nur Cemaati mensuplarının, Süleymancıların, Mahmud Efendi bağlılarının da işareti olmalı. “Ne o sen Rabiacı mısın?” diyenlere; “yoksa sen Rabiacı değil misin?” diyebilmeliyiz.

Not: Bu yazı Sancaktar dergisinin 49. sayısında yayınlandı.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Bilge Kral'ın Özgür Suriye Ordusu'nu Ziyareti

Özgür Suriye Ordusu askerlerinin bir haftadır gözüne uyku girmiyordu. Müjdeli haberi aldıkları günden beri, heyecandan ne yapacaklarını bilmez bir halde geçiyordu saatler. O büyük komutan, Bilge Kral Alija İzzetbegoviç, Halep’e gelecek ve Özgür Ordu’nun vatanları için savaşan civanmert askerlerine hitaben bir konuşma yapacaktı. Aldıkları bu haberden sonra tüm hazırlıklarını tamamlayan birlikler, nihayet büyük komutanı hazırolda bekliyordu.
Bosna savaşından kalma haki renk bir askeri üniforma, başında beyaz zambaklı beresi ve yüzünde tebessümü ile göründü Alija İzzetbegoviç. Ağır adımlarla geldi. Özgür Ordu’dan çıt çıkmıyordu. Uzaklardan gelen bomba sesleri de olmasa, Halep’te zaman durmuş sanılırdı. Kendisi için hazırlanan platforma emin adımlarla çıktı koca komutan. Yüzünü Özgür Ordu’nun aydınlık yüzlü savaşçılarına döndü ve Bosna savaşından beri duyulmayan gür bir ses tonu ile “Esselamü Aleykum” dedi. Hep bir ağızdan “Ve aleykum selam” diye aldı Özgür Ordu’nun savaşçıları, Bilge Kral’ın aziz selamını...  
Selamın ardından, tane tane konuşmaya başladı. O Boşnakça konuşuyor, yanındaki bir asker söylediklerini Arapça’ya tercüme ediyordu.
“Bismillahirrahmanirrahim. Görüyorsunuz, Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor; kadınlarımız, çocuklarımız öldürülüyor; camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onları, ne de onların kadınlarını ve çocuklarını öldürmek istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz. Çünkü, bazı istisnalar olsa da, bu bizim tarzımız değil.”
Savaşa ve cihada dair tecrübelerini paylaşmak için buradaydı. Bosna ordusu gibi yokluklar içerisinde sıfırdan meydana gelen Özgür Ordu’nun da, aynı dava uğruna savaştığına şahitlik edip, İslam Birliği’ne olan inancını tazeledi ve Allah’a şükretti...
“Allah, Kur’an’da savaşmamızı emrediyor. Ve bizler savaşmalıyız. Bu iki yıl boyunca, savaşmaksızın kurtuluşun mümkün olmadığına kendimizi ikna ettik. Tüm hayat bir mücadeledir ve yalnızca bu büyük gerçeği görenlerin hayatta kalma şansı vardır. Yüce Allah’a şükürler olsun ki, bizler savaştık ve bugün, burada, sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum.”
Aramızda ayrı gayrı yok bizim. Ben sizdenim siz bendensiniz diye geçirdi içinden. O yüzden sizden bahsederken aslında kendimden, bizden bahsediyorum.
“İnsanların kendilerinden bildikleri bir ordu olmak zorundayız. Böylece, yenilmez olacağız. Eğer halkımızı kendi yanımıza çekebilirsek, bu dünyanın bütün şeytanları toplansalar dahi bizimle savaşamazlar. Ayrıca, insanlardan şüphelenmek yerine onlara inanın. Herkesin bir kusuru olabilir. Çok ciddi değişimlerin yaşandığı bir zamandayız. Bir halkın başına böyle bir şey bin yılda bir gelir. Ne yiyeceğimiz ne de cephanemiz var. Ancak yine de savaşacağız ve kazanacağız. Hepsi bu. Halkımız iyi ve cesurdur.”
1993 yılında, kuşatma altındaki Saraybosna’da, Bosna ordusuna yaptığı konuşma geldi hatırına. Şehadete duyulan istek; coğrafyalar değişse de, kültürler değişse de, ırklar değişse de hiç tükenmiyordu. İçinden Allah’a bir kez daha şükretti. Ve Özgür Ordu’nun komutanlarına döndü yüzünü:
“Şimdi askerlerinize gideceksiniz ve onlarla konuşacaksınız. Onlara şimdi size anlattıklarımı anlatın. Savunmasız insanlara zulmetmesinler. Ancak halkın ordusu olduğumuzda ve insanlar bizden korkmadığında muzaffer olabiliriz. İnsanları tehdit eden bir ordu perişandır. Muzaffer olamaz. Bugün, bütün gücümüz halkımızdan gelmektedir. Biz halka aidiz, gücümüzü onlardan alıyoruz. Yiyeceğimizi ve içeceğimizi tıpkı bir bitki gibi onlar bize veriyor.”
Avrupa’nın orta yerinde yaşadıkları trajedi, bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. O zor günlerde sadece Allah’a güvenmişlerdi. Bir de, bir avuç Bosnalı Müslüman’ın cesaretine. Ne olursa olsun intikam hırsına yenik düşmedikleri için bir kez daha Allah’a şükretti. 
“Görüyorsunuz savaşıyoruz. Bizler özgürlük için mücadele veren, kimseden nefret etmeyen bir halkız. Kısmen cesaretimiz, kısmen de bilgeliğimiz ve iyiliğe yönelmemiz suretiyle amacımıza ulaşmak isteyen insanlarız. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana. Tüm bu acı tecrübelerden sonra dahi insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel neticeleneğine ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna dair ümit etmemi sağlayan şey budur işte. İnsanlar suçluların cezalandırılacağına inanıyorlar. Ancak kör intikam üzerine kimse konuşmuyor. İnsanlar, bizim savaşımızdan, savunmamızdan, köylerimizi ve kasabalarımızı özgürleştirme ihtiyacımızdan söz ediyorlar. Ancak, kör nefret üzerine tek bir kelime bile yok. Bu bir teselli kaynağı.”
Bosna savaşında nice koç yiğitler toprağa düşmüştü. Şimdi de zalim bir rejime karşı savaşan Suriye’nin koç yiğitleri bir bir toprağa düşüyor. Vatanımız özgür olsun diye savaşan babalar, evlatlarını kendi elleriyle toprağa vermek zorunda kalıyor. Rabbim bu acıya dayanma gücü versin diye mırıldandı. Bu sözlerim size, der gibi baktı komutanların gözlerine:
“En çok önem verdiğim bir şeyi söylemek istiyorum. Askerlerin hayatına değer verin. Bu sizin göreviniz, sorumluluğunuz. Bazen değer vermek yetmiyor. Bazı eylemler iyi planlanmadı. Fazla insanımız yok. İnsanlar en büyük hazinemiz. Onlara değer verin ve onları koruyun. Ne yazık ki bu bir savaş. İşimiz yaşamla ve ölümle alakalı. Ölmek ve öldürmek kaçınılmaz. Ancak, önemli olan bu oranı mümkün olduğunca azaltmak. Eğer bir eylem, iyi planlanır, profesyonel bir biçimde ve asker bir tarzda hazırlanırsa kayıplar azaltılabilir. Biz küçük bir halkız. Öyle olmasak bile, bu insanlar anne-babalarının evlatları. Sizin emrinizde olan bir çocuk, ailesinin her şeyidir. Askerlerimizin hayatlarına değer verin.”
Bir ülke için, savaşın ardından yeniden ayağa kalkmak çok zor oluyor. Savaşta aynı cephede omuz omuza savaşanlar, barış zamanında farklı kamplara ayrılabiliyorlar. Ülkelerinin kurtuluşu için anlaşanlar, o ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda ayrılığa düşebiliyor. Bu önemli konuya da değinmek istedi.
“Allah’ın yardımıyla, barışa ulaştığımızda güzel bir cumhuriyet kuracağız. Bu cumhuriyet, dinlerin, ulusların ve politik kanaatlerin eşitliği ilkesi üzerine inşa edilecek. Bu, onun ilk yasası olacak. Bir kanun daha ekleyelim: Cumhuriyetimiz, Müslüman halka karşı yeni bir katliamı imkânsız hale getirecek türden bir cumhuriyet olacak.”
Özgür Suriye Ordusu’nun yekvücut olmuş askerlerine göz gezdirdi. Her birinin gözünün içine tek tek baktı. On yıllardır Suriye’yi acımasızca yöneten Esad ailesine karşı vatanlarını savunan yiğitlerin gözlerinin içi gülüyordu. Derin bir nefes aldı ve son cümlelerini söyledi.
“Şöyle düşünün; kim bu ülke için çalışıyorsa iyidir. Diğerleri ise kötüdür. Eğer bu kıstası kabul ederseniz yanlış yapmazsınız ve adaletsiz davranmış olmazsınız. Bunu böyle bilin ve bu zemin üzerinde birlik için çalışın. İzin verirseniz daha önce de yaptığım gibi, sözlerimi bir şiir ile noktalayacağım: Allah’ın izniyle yemin ediyoruz. Asla esir olmayacağız…”
Bilge Kral sözlerini tamamlayınca, yanındaki asker, olanca sesiyle; “Tekbir” diye haykırdı. Tüm askerler hep bir ağızdan “Allahu Ekber” diye inletti Halep ovasını… Bilge Kral, bir kez daha Allah’a şükretti. Sağ elini beresine götürdü ve Suriye’nin evlatlarını selamladı…

Not I: İtalik ve bold harflerle yazılan satırlar Alija İzzetbegoviç’in farklı tarihlerde Bosna ordusuna yaptığı konuşmalardan alınmıştır. Kaynak: Yöneliş yayınları / Bosna Mucizesi [2003]

Not II: Bu yazı Sancaktar Dergisi'nin 47. sayısında yayınlanmıştır.