30 Nisan 2011 Cumartesi

Ölümlere rağmen direniş sürüyor

Suriye'den hiç de iyi haberler gelmiyor. Bir devrime bemele çekmenin heyecanını taşıyan Suriyelilerin Baas rejimi askerince bir bir öldürüldüğü bilgilerini okuyoruz. Sadece dünkü gösterilerde 100'e yakın kişinin öldüğü belirtiliyor. Ancak ölümlere rağmen direniş sürüyor, devrim heyecanı devam ediyor. Rejim karşıtı onbinlerce Suriyeli, protestoları bastırmak için gönderilen takviye askerlere ve tanklara rağmen cuma namazı sonrası yine meydanlara indi. Yine özgürlük ve adalet taleplerini dile getirdi. 

Gösterilerin başladığı 18 Mart'tan bu yana sessizliğini koruyan Müslüman Kardeşler hareketi de "öfke günü" olarak ilan edilen dün düzenlenen gösterilere destek verdi. Hareketten yapılan açıklamada, Beşar Esed rejiminin ülkede soykırım uyguladığına dikkat çekildi ve halka tiranlara boyun eğmemeleri çağrısı yapıldı. Müslüman Kardeşler açıklamasında; "Allah sizi özgür yarattı, tiranların sizi köleleştirmelerine izin vermeyin. Bağımsızlık ve haysiyet için tek ses olun." denildi. 

Türkiye'den de Suriye halkına destek gösterileri devam ediyor. Esad rejiminin katliamlarına “Dur” demek ve Suriye halkının direnişine destek vermek amacıyla dün Cuma namazının ardından Fatih Camii’nden Saraçhane Parkı’na bir yürüyüş gerçekleştirildi. Kadın erkek yüzlerce istanbullu ve Suriyeli'nin de katıldığı yürüyüş, Arap ülkelerindeki devrim hareketlerin olan inancı bir kez daha göstermiş oldu.

29 Nisan 2011 Cuma

Esad, ülkesini adım adım işgale hazırlıyor

Suriye ateşler içinde yanmaya devam ediyor. Ülkedeki adalet ve özgürlük için başlayan ayaklanmalar 6. haftasına girdi. Şimdiye kadar 500 Suriyeli hayatını kaybetti. Gözünü kan bürüyen Baas rejimi, kendi halkına karşı şiddet uygulamayı, ölüm saçmayı, talepleri şiddetle bastırmayı seçiyor. 
Bu açıdan bakıldığında Beşar Esad; Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek gibi yönetimden çekilmek yerine Muammer Kaddafi gibi halkına savaş açmayı tercih etti. Esad'dan daha akıllı, daha merhametli ve daha halkçı bir davranış beklerdik ama o zoru seçti. Tunus'dan başlayan ve tüm Arap coğrafyasını etkisi altına alan devrim rüzgarına karşı koyabileceğini sanıyorsa yanılıyor. Bu rüzgara karşı ancak, halkın talep ve isteklerine olumlu cevap verenler durabilir. Halkıyla ortak düşünen, ortak hareket eden, ortak bir vicdan oluşturan liderler ülkelerini ateşten koruyup selamete çıkarırlar. Kaddafi, tipik bir diktatör inadıyla ülkesini resmen bir savaşın içine attı. Ülkesinin Batılı güçler tarafından işgal edilmesine izin verdi. Ne yazık ki Esad da bu yolda ilerliyor. Komşumuz, kardeşimiz, dostumuz Suriye halkının bu haklı mücadelesinde zaferin yakın olduğundan kuşkumuz yok. Ama keşke bu zafere Esad da katkı sunabilseydi. 

28 Nisan 2011 Perşembe

Hakan Albayrak'ın babası Hakk'a yürüdü...

Yazılarıyla, duruşuyla yüzümüzü ağartan, umudumuzu tazeleyen, heyecanımızı kamçılayan müstesna isimlerden Hakan Albayrak'ın babası hakka yürüdü. Ziya Albayrak, bir süre önce beyin kanaması nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı. Hakan ağabey de, Yeni Şafak'taki köşesinde babası için dua istemişti. Dostum Selman'ın dediği gibi; güzel adamların güzel babaları olur. Mekanı cennet olsun. 
Başta Hakan ağabey olmak üzere Mavi Marmara gazisi kardeşi Sinan Albayrak'a da başsağlığı diliyorum. Ziya amcamızın cenaze namazı, yarın Ankara Eryaman 3. Etap Ahi Camii'nde Cuma namazını mütakip kılınacak. Ankaralı dostlara çağrımızdır; Hakan ağabeyi bu zor gününde yalnız bırakmayın... 

Gözbebeğimiz Filistin'den güzel haberler geliyor

İsrail işgali altında yaşam mücadelesi veren Filistin'den çoktandır duymayı özlediğimiz güzel haberler geliyor. Terör şebekesi İsrai'e karşı topyekun bir vatan savunması yapmanın yanında, hiç istemediğimiz, arzu etmediğmiz şekilde kardeş kavgasının da hüküm sürdüğü Filistin topraklarında nihayet Hamas ve El Fetih uzlaşmaya vardı. Önce derin bir nefes alıp Elhamdülillah diyelim, ardından ayrıtılara geçelim.  

Hamas`ın Gazze Şeridi`nde yönetime el koyduğu 2007 yılı ortalarından bu yana hasım haline gelen, El Fetih ile Hamas arasında birliği yeniden sağlamaya yönelik ön anlaşma dün Kahire`de imzalandı. Anlaşma uyarınca önce geçici bir hükümet kurulacak, bir yıl içinde de ortak seçime gidilecek. Kurulacak geçici hükümett Filistinli tüm gruplardan temsilciler bulunacak. Mübarek rejiminin yıkılmasından sonra Mısır'ın, Filistinli iki kardeş grubu anlaşmaya ikna etmesi devrim  neşemize neşe kattı. Filistinli gruplar arasındaki bu tarihi uzlaşma İsrail`i rahatsız etmişe benziyor.  İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Filistin Devlet Başkanı ve El Fetih lideri Mahmud Abbas`tan, barış konusunda kendileri ile Hamas arasında bir seçim yapmasını istedi. Eğer Abbas, şimdiye kadar yaşananlardan bir ders çıkardı ise İsrail'i elinin tersi ile iter ve kardeşi Hamas'ı bir daha kuvvetlice kucaklar... 

27 Nisan 2011 Çarşamba

Müslüman'ın devrime mensubiyeti

Devrimin tarihle, insanın devrimle ilintisi beşeriyetin yaratılması iradesinin içinde mündemiçtir. Kelimelerin öğretilmesi ile fikrî zemin oluşturulmuş, meleklerle desteklenmiş, İblis ile sınanmış ve nihayetinde ihlâs ile yapılan tövbenin gücü nefs putuna galip gelmiştir. Âdem’in Allah’ın öğrettiği kelimelerle yaptığı tövbe, İblis’in tanrılaştırmaya doğru götürdüğü nefsinin imtihanı olmuştur. Âdem’in Allah nezdindeki yerini keşfi, meleklere, şeytana, ateşe ve toprağa, hatta tüm kâinata haddini bildirmiştir. Herkesi hududuna itmiş, her şeyi yerli yerine yerleştirmiştir.

İfadeye çalıştığım şey, bir insanlık tarihini içeriyor aslında. İnsanın tarih içerisindeki tevhid imtihanını... Hak ile gönderilenler “lâ” diyerek başladılar söze. Reddederek inanmaya koyuldular. İlahi iradeye aykırı hareketlerin topuyla restleşerek, tevhidi bozacak inanç fazlalıklarını ayıklayarak öze çağırdılar. Hak ile gelenler, hakka halel getirenleri hizaya çekmek için görevlendirildiler.

Zenginliği, mülkü, iktidarı, oğulları, bahçeleri ve yüksek binaları kendine yeterli görüp tuğyan edene “hayır” deme göreviyle gelen elçiler, tek olan Allah’ın hak ettiği tazim ve saygıyı yöneldiği yanlış istikametten alıp aslına rücu etmekle vazifelendiler. Sahte tanrıların oyunlarını bozmakla ve sahte kulları dosdoğru abid yapmakla saltanatları sarstılar, yıkılmaz sanılan iktidarları devirdiler. İnsanın insana kulluğunu reddederek inşa edilmiş dev zihin bloklarını çökerttiler.

Fakat biz, İbrahim (as) peygamberin vazettiği gibi putları kırıp boynuna baltamızı asamadık! İhanet ettik! Kendimize emanet olamadık, eğildik, büküldük, yerlerde süründük kendimizle baş başa kaldığımızda. Bir buzağı karşısında eğilmek için kırk gün yetti. Kendi ellerimizle yonttuklarımıza, şekillendirdiklerimize, parlattıklarımıza taptık. İhanet ettik! Kudret helvası ve bıldırcın yemeye tahammül edemedik! Soğan ve sarımsak için özgürlüğümüzden vazgeçtik… Köle olduk… Yiyeceğimiz iki farklı lezzet hürriyetten tatlı geldi, zulme döndük… Özgürlüğümüzü verebileceğimiz tek makama ortaklar bulduk, vaadimize sadık kalamadık… Onların karşısında kıyama geçtik, elinde bulundurduğu güç karşısında eğildik büküldük, rükû ettik, secde ettik. Bütün kurbanlarımızı ona sunduk, varlığımızı ona armağan ettik… Ovalara saraylar, dağlara köşkler yontan Semudlular’ın gayretlerine gark olduk. Dağlarda köşkler, bahçeler, çeşme başları ve salkım salkım hurmalıklar edinmenin peşindeyiz. İnsanlık tarihinin en bulaşıcı gayretine saplandık kaldık.

İnsanlığın çoğu zaman mücadele edemediği bu tarihi hastalığı seçilmiş salih bir zümre ise yendi. İnsanlık her haddi aştığında, azgınlıklarında her ileri gittiklerinde onların bu gidişine dur diyen vazifeliler yahut vazifesinin şuurunda olanlar geldi. Mülk ve iktidarın asıl sahibi dışında gösterilen bütün teveccühlerin yanlış adrese yöneldiğini, Tek İlah’a kul olmak için gelmiş insanların kendi elleri ile yonttukları makamlara, kendi elleri ile yonttukları binalara, koltuklara, kendi elleri ile yonttukları sevgilere ve nefretlere, eşlere ve çocuklara, kendi elleri ile yonttukları ve parlattıkları patronlara, kendi elleri ile seçtikleri veya seçemedikleri iktidarlara tapamayacaklarını hatırlattılar.

İnsanlığımızı, yaratan ve yaratılmışlar nezdindeki yerimizi, davranış ölçülerimizi (kıyam- rükû – secde), kulluk kodlarımızı hatırlattılar. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ali’yi omzuna çıkarıp Kâbe üzerindeki putları gizlice kırdırdığında peygamber değildi henüz. Hz. İbrahim (as) de yıldızları, güneşi ve ayı ilahlıktan alaşağı ederken henüz peygamber değildi. Fazlalıklardan kurtulmanın fıtratlarına kodlanmış olduğu bu seçkinlerin öğretmesidir bütün devirmeler.

Fıtratın bozulmasına karşı koyuş, yürürlükteki bir dizi kurallar bütününün döneminde uygulanamaz kılınması demekti. Bunun anlamı ise dönemin güç ve iktidar sahipleri ile büyük bir mücadele anlamına geliyordu. Bu büyük mücadelede fıtratın itkisi ve ilahi iradenin maksadının elçilerde tecellisi ile ne yapılması gerektiğini iyice belleyen insan, devrinin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek kanunları ve o kanunların koyucuları ile mücadele etti. Sermaye devlerine iktisadı öğretti, ahlaksıza edebi, hukuksuza hakkı, zalime adaleti, mazluma baskı karşısında direnmeyi öğretti.

Kuzey Afrika’da yükselen devrim sesleri işte bu tarihi sürecin biraz da gecikmiş olan izleğidir. Olması gerekendir. Müslüman’a vahyedilenin ta kendisidir. Tunus’ta ekilen, Mısır’da yeşeren, Libya’da çiçeğe duran, Yemen’i, Suudi Arabistan’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı, Ürdün’ü, Fas’ı, Cezayir’i etkisi altına alan, kalbimizi çatlatırcasına heyecanlandıran bu hareket peygamberi bir geleneğin günümüz halkasıdır. Tek adam putunun yıkılıp baltaların boynuna asılmasıdır. Borsa, faiz ve dövizin yönünün değişmesidir. Katar’da, Dubai’de külçelerden oluşmuş odalarında yığmakla bitiremeyenlerin akıbetlerinden titremesidir. Bütün orantısız güç sahiplerinin hizaya gelmesidir.

Müslümanların sessizleştikleri, sessizleştikçe durgunlaştıkları,durgunlaştıkça tepkisizleştikleri  ve yönetilmeye en müsait kitle oldukları yönündeki algıları paramparça eden bu hareketlenme, ilahi vazifesinin şuurunda olanların tarih sahnesine bütün ihtişamıyla tekrar çıkmasıdır. İslam’a mensubiyeti olanların onurlarının iadesi, cibilliyetinin aslına uygun hale getirilmesidir.

İslam ülkelerindeki tek adam iktidarlarına, dünyadaki tek ülke hegemonyasına cevaptır. Tahrir Meydanı’nı hınca hınç doldurup bizi uykularımızdan eden kalabalıklara, halkını vurmayıp Malta’ya kaçan Libyalı pilotlara, Suudi Arabistan’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Katar’da on yıllardır biriken sessizliklerini tepkiye çeviren kardeşlerimize vicdanımız oldukları için, kadim vazifemizin yeniden inşası adına kocaman bir ses oldukları için, sınır tanımazlara hadlerini bildirdikleri için, sermayenin seyrini bir anlığına da olsa darma duman ettikleri için minnet ve şükran duyguları ile dopdoluyum.

Bu hareketlerle tüm insanlık şunu iyice öğrendi: Tunus’ta genç bir üniversiteli kendini yakarsa, dünya yanar!

Adalet Canlı Akbaş
Not: Bu yazı Kurtuba dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.

26 Nisan 2011 Salı

Suyu ısınan diktatör halkını ateşe atıyor

On yıllardır tek adam yönetiminden başka bir şey görmeyen Arap halkları, Tunus halkının cesareti sayesinde ayağa kalkmaya başladı. Önce Tunus, Zeynel Abidin Bin Ali'yi gönderdi, ardından Mısır halkı yılların firavunu Hüsnü Mübarek'i tahtından indirdi. "Domino etkisi olur diğer ülke halkları da kendi diktatörlerini alaşağı eder" derken; Kaddafi, Ali Salih ve Esad koltuk uğruna halklarını katletmeyi mübah gördü. Tek adamlar suları ısındıkça, halklarını ateşe atmaya başladılar.

Tek adam ve tek parti yönetimi Arap halklarının kaderiymiş gibi hareket eden bu isimler; kendi ceplerini doldurmaktan, kendi adamlarını kayırmaktan, kendi istikballerini halkın geleceğinden önde görmekten başka hiç bir şey veremediler ülkelerine. Ellerine geçen yöneticilik fırsatını halkları uğruna en iyi şekilde değerlendirip adil ve özgürlükçü bir devlet adamı olarak anılmak yerine; zalim, ceberrut ve eli kanlı katil yöneticiler olarak anılacaklar. İşte gözlerimizin önünde şahit olduklarımız; bir yanda Libya diğer yanda Suriye, Bahreyn, Yemen... Biliyoruz; kolay değil bir devrime hayat vermek ama olacak inşallah... Devrim şehitleriyle yürüyecek zafere... 

23 Nisan 2011 Cumartesi

Suriye'de neler oluyor?

Suriye halkını yıllardır demir yumrukla yöneten Baas rejimi, "özgürlük ve adalet" için ayaklanan halka karşı ölüm kusuyor. Cuma namazı sonrası sokaklara çıkan Suriyeliler, Baas rejiminin sert müdahalesi ile karşılaştı; ölü sayısının 100'ü bulduğu belirtiliyor. Rejimin eli kanlı adamları başta Şam olmak üzere bir çok şehirde muhaliflere karşı çok büyük şiddet uyguluyor. 

Babasından devraldığı ülkeyi, biraz daha iyileştirmek için adımlar atan Beşar Esad, ülkesinde 48 yıldır hüküm süren olağanüstü hali kaldırdı ancak bu adımı atmak için çok geç kaldı. Kıyama kalkan Suriye halkı "adalet ve özgürlük" için daha fazlasını istiyor. Suriye'de hüküm süren tek parti, tek adam ceberrutundan kurtulup çok sesli, çok partili bir sisteme geçilmesini istiyorlar. Muhaliflerin reform talepleri, yerini devrim talebine bırakmış durumda. Halkının haklı taleplerine kulağını tıkayan Esad, istihbarat elemanlarına, polislerine ve askerlerine güveniyor. Bu böyle gitmez. Eğer Esad, yanlıştan dönmezse onun da sonu Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin bin Ali gibi olur. 

22 Nisan 2011 Cuma

Bir Necmettin Erbakan vardı...

Nasıl anılmak isterseniz sorusuna; "malıyla, canıyla Allah yolunda cihad eden bir Müslüman olarak..." diye cevap veren bir liderin ardından ne söylesek eksik konuşmuş oluruz. Ama konuşmak, yazmak mecburiyetindeyiz. Dolu dolu yaşanmış 85 yıllık bir ömür, mücadele ile geçmiş 42 yıllık siyasi yaşam ve son olarak da yüz binlerin şehadetiyle çıkılmış bir son yolculuk. Bize düşen; Erbakan isminin ağırlığını çok taraflı bir şekilde incelemek, yorumlamak, tartışmak, geçmiş ve gelecek arasında oluşturduğu değeri doğru konumlamaktır. 

Babamızı kaybetmiş kadar hüzünlüyüz... O'nun ardından hissettiklerimiz; bir yarımızı, her yanımızı toprağa vermiş kadar suskun. Beklenen ama zamansız bir gidiş kadar ağır. Söyleyecek sözlerimizi duyuramamanın verdiği ızdırap kadar yakıcı… Hepimiz o'na çok şey borçluyuz. Mücadelesi, azmi, kararlılığı, dik duruşu ve engin tecrübesi ile Türkiyeli Müslümanların dünya üzerindeki medar-ı iftiharıydı o. Bu toprakların yetiştirdiği en has adamlardan, en cins kafalardan biriydi. Hepimizi diri tutan bir nefes, aklımızı başımızdan alan bir deha, ölümü göze alıp alanlara atılacak kadar bizi kendine bağlayan bir liderdi o. Tebessümün, ciddiyetin, parıltının eksik olmadığı çehresi ile pırıl pırıl bir Müslüman'dı. Alija ile Dudayev'in silah arkadaşı, Humeyni'nin dert ortağı, Gannuşi'nin akıl hocasıydı o. Kuala Lumpur'dan Saraybosna'ya, Kahire'den İslamabad'a kadar bütün başkentler onun karargâhıydı. İttihad-ı İslam davası için koltuğunun altında dosyaları, yanında kurmayları ile koştururken görmek mümkündü onu. Yirmi birinci yüzyılda ümmet deyince akla gelen ilk isim onunki olurdu hep. İslam Birliği'ne olan inancına hayran kalmamak elde değildi. İslam ülkeleri arasında iş birliğinden ortak para birimine, ortak askeri pakttan farklı oluşumlara kadar onlarca fikrin sahibiydi o. Başbakanlık koltuğuna oturduğunda ilk yaptığı icraatlardan birinin D-8'leri kurmak olması da bu konuya verdiği önemi gösteriyor aslında. Yazık ki bu altın değerindeki fikirlerinin kıymeti bilinemedi, yapmak istediklerinin büyüklüğü anlaşılamadı. Umarım, bundan sonra bu konu daha çok gündeme gelir.  

Günümüz dünyasında "Adalet ve Özgürlük Mücadelesi" deyince, akla ilk onun hareketi gelirdi. 1969 yılında ilk tuğlasını koyduğu, emek emek büyüttüğü, küçücük bir tohumdan koca bir çınar ağacına çevirdiği Milli Görüş hareketi, sadece Türkiye için değil, bölge ve dünya için de demokrasi çerçevesinde uğraş veren örnek bir harekettir. Tarihinde ne kadar İslami hareket, parti, cemiyet, grup varsa hepsine örneklik teşkil etti, yol yordam gösterdi, ağabeylik etti, onlar için işaret fişeği oldu. Bir mum misali için için yandı, eridi ama koca bir ümmeti de aydınlatmasını bildi. Bugün İslam dünyasındaki demokratik devrimlerden bahis açabiliyorsak bunda, o'nun çok büyük bir payı vardır. Bu işlerin silaha sarılmakla, yönetimden azade olmakla, radikallik söylemleri içerisinde değil, aksine, yaşanan toplumun tam göbeğinde, halkın içerisinde kalarak, marjinalleşmeden, siyaset yoluyla, demokrasinin kuralları çerçevesinde yapılması gerektiğini gösterdi. İlk zamanlar anlaşılamadı ama vefatında görüldü ki; Erbakan, bu topraklarda Müslümanların söz ve yetki sahibi olmaları için çok önemli bir görevi ifa etmişti. Erbakan, oyunu hep demokrasi kuralları içinde oynadı. O demokrasi dedikçe birileri ona çelme takmanın telaşında idi. Oyunun kuralları değiştirildi, oyundan atıldı, oyuna alınmak istenmedi ama o her defasında zoru tercih etti ve mücadelesini demokrasi içerisinde sürdürdü. Bu yönüyle Erbakan, bir ilki de gerçekleştirmiş oldu. Hep silahla ya da pasif savunma yöntemleri ile anılan İslami hareketlere 3. bir yolu gösterdi. İslam'da demokrasinin yerinin tartışıldığı, demokrasinin İslam dışı bir sistem olduğunun vurgulandığı 80'ler ve 90'larda kimseye aldırmadan yoluna devam etti. O zamanlarda sesleri çok çıkan ve kendine düşünür, araştırmacı yazar diyenlerin sözleri esas alınmış olsaydı İslami hareket bu birikime ulaşamazdı. 4 partisi kapatılan, sayısız kere siyaset yapması yasaklanan, her defasında görmezden gelinen,aşağılanan, karikatürize edilen, alaya alınan bir lider, bir emri ile sokakları savaş alanına çevirecek gücü varken demokrasiden başka bir yola tevessül etmiyorsa ve 80 yıllık Türkiye Cumhuriyeti'ni silahla, tepeden inme değil, ilmek ilmek, fert fert değiştiriyorsa ona ancak "devrimci demokrat" denir. Erbakan, son nefesine kadar devrimci, son nefesine kadar demokrattı. 85 yaşında olmasına karşın siyaseti bir cihad olarak gördüğünü söyleyip, ülkesi ve İslam ümmeti için bir şeyler yapabilmenin telaşında idi. O artık aramızda değil. 1 Mart Salı günü yüz binlerin omuzlarında son yolculuğuna çıktı ve şimdi eşinin, anne babasının yanı başında. 

Sağlığında iken ona gereken önemi vermeyen medya ise ölümüyle birlikte adeta günah çıkarırcasına yayınlar yaptı. Vefat ettiği günden toprağa verildiği güne kadar onun bu ülke için ne anlam ifade ettiğine dair sözler söyledi, yazılar yazdı. Bu yönüyle Türk medyası, hocasına olan son vazifesini eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş oldu. Keşke Erbakan, o çok eleştirdiği medyanın kendisi hakkında yaptığı yayınları sağlığında iken görebilseydi.  28 Şubat Postmodern darbesinin keyfiyetine mazhar olamayanlar, Erbakan'ın o meş'um olay karşısında takındığı tavrın da değerini bilemediler. Kendi yaşamlarında karşılaştıkları hukuksuzluklar karşısında dik durmanın d'sini beceremeyenler o'nun duruşunu dillerine dolamaktan çekinmediler. 1992'de Cezayir'de yaşananları bilmeyenlerin Erbakan'ın 28 Şubat'ta gösterdiği olgunluğu anlamaları imkansızdır. Eğer bu ülkede Müslümanlara karşı bir sürek avı başlatılmadı ise, iç savaş yaşanıp da on binlerce kişi sebepsiz yere hayatını kaybetmedi ise bunda Erbakan'ın feraseti ve dik duruşu çok büyük rol oynamıştır. Refah Partisi kapatıldığında 17 yaşında idim. Kapatılan sadece bir parti değildi. Milyonların umudu,inancı, hayali, emeği idi hiçe sayılan… Benim gibi yüz binleri şiddetin, kargaşanın, olay çıkarmanın, kaba kuvvete başvurmanın eşiğinden çeviren tek kişi Erbakan'dır. O'nun bu soğukkanlılığının değerini şimdi daha iyi anlıyorum. 

O gitti… Rabbine kavuştu. "Evimin direğiymiş şimdi anladım" dediği, sevgisini her cümlesinde gösterdiği eşi Nermin hanıma kavuştu. O gitti… Alija, Dudayev, Şeyh Ahmet Yasin ve Hasan El Benna ile buluştu. O gitti… Görevini eksiksiz yerine getirmenin iç huzuru içerisinde, son nefesine kadar davası için çalışmanın yorgunluğu ile, milyonların şahitliği eşliğinde gitti. Geride bizler kaldık. Geride sahipsiz, Erbakansız, sağ elinin başparmağını kaldırıp o'nun gür sesiyle Milli Görüş yemini edemeyecek, Ümmetin derdi karşısında bir Erbakan kükremesi göremeyecek bizler kaldık… Rabbim mekanını Cennet eylesin. Amin… 


Not: Bu yazı Kurtuba dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Kurtuba 8 kitapçılarda...

Edebiyat Hareket ve Özeleştiri dergisi Kurtuba'nın 8. sayısı çıktı. Selman Maltaş editörlüğünde yayınlanan derginin bu sayısı Arap devrimleri ve Necmettin Erbakan'a ayrılmış.  “Unutma! Allah’ın da bir planı var” sloganının yer aldığı kapakta ki Andlaşma yazısında, Arap dünyasında yaşanan devrimler konusunda nasıl bir tavır alınması gerektiğine vurgu yapılıyor. Cesur Küçük, E. Fatih Bilge, Yavuz Akengin, Cengiz Yalçınkaya, Salih Demirhan, Ahmet Tek, Cihad Meriç, Yunus Emre Oruç, Yusuf Korkmaz, Rabiya Nur Özköse, Kani Çınar, Adalet Canlı Akbaş ve Kadir Metin Akbaş bu sayıda yazısı yer alanlar. Her sayıda biraz daha kendini toparlayan ve İttihad-ı İslam ideali konusunda gayretini artıran Kurtuba, Türkiye'nin bir çok ilinde kitabevlerinde satışa sunuldu. Bu "özel" sayıyı almayı unutmayın...

14 Nisan 2011 Perşembe

Beşar Esad hala neyi bekliyor?

Suriye günlerdir diken üstünde. Bir yanda baskıcı, işkenceci, boğucu, gaddar Baas rejimi diğer yanda muhalifler. Barışçıl protesto gösterileri kimi zaman rejim polisleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılıyor. Şu ana kadar yüzlerce Suriyeli muhalif hayatını kaybetti. Ülkede bir çok şehir Baas rejimi polislerince resmen kuşatılmış durumda. İkinci bir Hama katlimanın yaşanmasından endişe ediliyor.

İşte tam bu noktada tüm gözler Filistin davasına verdiği ödünsüz destek ve Türkiye ile geliştirdiği sınırsız muhabbetle gönülleri feth eden Başkan Beşar Esad'ın üzerinde. Ancak Esad, bir türlü beklenen adımı atmıyor; "Olağanüstü hal uygulamasına derhal son veriyorum, bütün siyasi tutukluları derhal serbest bıraktırıyorum, kardeşim Mahir başta olmak üzere bütün katliam zanlısı komutanları derhal görevden alıp adalete teslim ediyorum, ifade hürriyeti ve çok partili demokratik düzen için gerekli yasal düzenlemeleri derhal yaptırıyorum..." diyeceği yerde hâlâ provokasyon ve sabotajlardan dem vurup rejim muhaliflerine gözdağı veriyor. Esad'ın bu anlaşılmaz tavrından yakınan Ümmetin yitik vicdanı Hakan Albayrak yine söze giriyor; "Bazı kardeşlerimiz de "Hizbullah ve Hamas'a sahip çıkan Beşşar Esed'e laf yok!" deyip duruyorlar. Onları protesto ediyorum. İslami direnişe verdiği destek baş göz üstüne... Türkiye ile yakınlaşma siyaseti de baş göz üstüne... Ama bunları yapıyor diye Beşar Esed'in halka kurşun yağdırmasına kayıtsız kalamayız ki. "Ali Abdulah Salih, Güney ve Kuzey Yemen'i birleştiren adamdır; Yemen'in birlik kahramanıdır" deyip, bu diktatörün rezilliklerini de sineye çekelim o zaman!"

6 Nisan 2011 Çarşamba

"Bir 7.65'liğim bile yok"



Her daim umutlu, her daim heyecanlı, her daim "Allah var problem yok" izleğinde bir isim olan Hakan Albayrak'a ait ve onun kendi sesinden harika bir şiir. Tam da şimdi, tam da şu uğursuz zamanlarda, tam da şu tozun dumana karıştığı günlerde ilaç gibi bir şiir. 

4 Nisan 2011 Pazartesi

Adını Andıkça Büyür Sesimiz: alfabe

Ülkemizde dergi yayınlamak, hatta bu işe niyetlenmek oldukça zor bir meseledir. Öncelikle dergi fikrini, sonra da bizzat dergiyi sahiplenecek bir kadronun bulunması zaruridir. Zira bir derginin ömrü, o dergiye gönül veren insanların sayısı ile doğru orantılı olmuştur hep. Büyük bir heyecan ve coşkuyla çıkan nice dergi, kısa bir süre sonra hazin bir şekilde kapanmak zorunda kalmıştır. Bunun en önemli sebebi ise heyecanın kaybolması ve kadronun dağılmasıdır. İşte bu sebeple zora, en zora talip olmaktır dergi çıkarmak.

Bu yazı kapsamında; bir derginin yazar kadrosunun oluşumu, yazıların tetkiki, dizgisi, baskısı, dağıtımı, reklamı kendi çekirdek kadrosunda mündemiç bulunan; varlığını dev finansal desteklere borçlu olmayan özgür dergiciliktir bahsetmek istediğim. Özgürdür, çünkü varlığını savunduğu fikriyatına, bunu ise İlahi Ses’e borçludur. Kâr edemese de, dergisini ülkenin dört bir yanına dağıtamasa da, dizgi ve baskı da sorunları yaşasa da, dergiyi yayınlama konusunda yalnız da kalsa devam eder. Çünkü öz(ü)gürdür. Bu yolda dergi çıkarmaya talip olanın karşılaşacağı ilk sorun; dergiyi çıkarmak mı zor, yoksa onu devam ettirmek mi, sorusudur. Ki en nihayetinde bu sorunun cevabı bence; bir dergiyi yayınlamaya devam etrmek olacaktır. Derginin yayınlanışında görev dağılımı, her sayının vaktinde çıkması için gösterilen çaba, her sayıda karşılaşılan baskı ve dizgi sorunları yanında, ülkemiz dergilerinin en önemli sorunu "Yayınlanırken yalnız bırakılmak, yayın hayatına son verdikten sonra ise unutulmak" olmuştur. Günümüzdeki birçok dergi gibi alfabe de, işte tüm bu risklerin şuurunda ve tehlikenin farkında olarak açmıştı gözlerini yayın hayatına.

Sesini yazıyla yayma gayesindeki Selçuk Üniversiteli bir avuç gencin “Adını andıkça büyür sesim” sloganıyla başlayan yolculuklarının adıdır alfabe. Varlığın (insan varlığının) yegâne göstergesi “Bilmektir”. İnsanın kendini bilmesidir. İnsanın Rabbini bilmesidir. Böylesi bir bilmenin başlangıcını ilk insanın yaratıcısı ile yaptığı görüşmeler (ses) oluşturmuş, bunu diğer peygamberler silsilesi takip etmiş, pek çok bilim insanı da varlık bilgisine şerh
düşmüştür. Bilgi; ilahi dil ile gelmiş, bilimsel dil ile gelişmiş, sanatsal dil ile serpilmiş ve en nihayetinde görünür olmayı istemiştir. Bilginin görünürlüğünü ve ulaşılabilirliğini sağlama vazifesi ise eşref-i mahlûkat olan insana düşmüş ve o da bu vazifesini bihakkın yerine getirip sembolleri keşfetmiştir. Sembollerin kullanımı harflerin, yani alfabenin keşfine kadar da devam etmiştir. İnsan varlığının diğer bütün varlıklardan ayrıldığı yegâne kavşaktır burası. İlahi emaneti taşıma azmindeki insanın kararlılık nişanesidir. Velhasıl, seslerini hiyeroglifle resme döken Mısırlılara, sesini çivi yazısına işlemeyi başarmış Sümerlere, alfabelerini iyice olgunlaştırıp kendi sesleri ile birlikte çevresindeki pek çok medeniyetin sesine de şekil vermeyi başarabilmiş Fenikelilere, hatta İlahi sesi taşıyan suhufların emanetçisi tüm Peygamberlere 20. yy’dan içten bir selamdır alfabe.

Bu zeminde düşünce harcı karılmış ve 29 harfi, kalemi ve gayreti sonuna kadar elden bırakmayan bir ekiple 2002 yılının Aralık ayında yayınlanmaya başlanmıştır alfabe. Derginin editörlüğünü üstlenen Kadir Metin Akbaş ile birlikte çekirdek kadroyu Ömer Yalçınova, Ahmet Ceran, Beyza Akyüz, Sami Bayrakçı, Emir Yıldırım, Sertaç Dalgalıdere, Feyza Yarar, Ali Tahir Şener ve Gülşah Şimşek gibi Selçuk Üniversiteli gençler oluşturuyordu. Bu kadronun yanı sıra Doç. Dr. Mustafa Tekin ve Düş Sokağı Sakini Murat Çelik’in de derginin yazar kadrosunda bulunması, alfabe’ye ayrı bir güç ve renk katmıştır.

"Merhaba" yazılarında Ümmet vurgusu ön plandaydı 
Kadir Metin Akbaş’ın “Merhaba” başlığı altında yayınladığı kapak yazıları derginin adeta manifestosu olmuştur. Bu yazılarda ümmeti ilgilendiren her bir olay üzerinde titizlikle durulmuş, ülke ve dünya gündeminden haberler bu girizgâhta muhakkak yer almıştır. Derginin yayınlandığı dönemde başlayan Amerika’nın Irak’ı işgali, bu yazılarda enine boyuna işlenmiş; ikinci sayının sloganı “Savaşa ve Amerika’ya hayır” olarak belirlenmiştir. İlk sayıdan son sayıya kadar da Irak’taki direniş tüm boyutlarıyla bu yazılarda yer bulmuştur. Öyle ki; 2. Dünya savaşının insanlık üzerinde bıraktığı maddi ve manevi tahribatı 1942’deki intiharları ile protesto eden Stephan Zweig ve eşi Lotta Zweig’in onurlu duruşları hatırlatılarak "her türlü kirli savaşa hayır" denilmiştir. Üstad Muhammed Hamidullah’ın baki dünyaya göçüşü, koca bir âlemin ölümü olarak duyurulmuş, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in vefatı, Rachel Corrie’nin bir İsrail buldozerinin altında kalarak can vermesi ve Dudayev’den sonraki Çeçen lider Zelimhan Yandarbiyev’in ve Filistin’de Şeyh Ahmet Yasin’in şehadetleri üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Guantanamo esirleri, Afganistan, Çeçenya bahisleri derginin çağımız saldırılarına, insanlık suçlarına sessiz kalmaması, bu hususlarda safını cesur bir şekilde belirlemiş olması da, alfabe’yi diğer pek çok genç nesil dergiden ayırmıştır. Bu yazılarda; Malcom, Aliya, Cahit Zarifoğlu, Efendimiz (sav), Hakan Albayrak, Muhammed İkbal, “Genç Müslüman”a rol model olarak sıklıkla yerini almış, bu isimlerle öğrenmiş ve öğretmeye çalışmıştır ümmetin kardeşliğini. Modern dünyanın Ebu Zerr’leri olup hak yolunda muhalefeti aşılamıştır. Emperyalizm karşısında kılıçları kuşanmayı hatırlatmış, sekiz sayfalık cüssesi arasından dünya devlerini boykot etmeye çağırmıştır. Varlığını hiçbir ekonomik gücün finansörlüğüne borçlu olmayan dergi, emperyalist güçlere baş kaldırmasıyla “var” olmuştur adeta. Merhaba yazılarında, bu fikri mülahazalar yanında, dergi yazarlarının buluşma mekânı Nükte Kitabevi’nde gerçekleşen etkinliklere de muhakkak yer verildi. Bu etkinlikler içerisinde aşure dağıtılması, düzenli yapılan Nükte Söyleşileri, Murat Çelik’in mini konseri de yer alıyordu. Tüm bu haber vermelerin yanında Üniversite gençliği arasında gündem oluşturmayı başarması da, alfabe’nin üstlendiği misyonu layıkı ile yerine getirdiğinin en anlamlı kanıtlarından biridir.

alfabe’nin fikri yapısına katkı sağlayan en azimli isimler hiç kuşku yok ki; Sami Bayrakçı ve Emir Yıldırım olmuştur. Sami Bayrakçı’nın ikinci sayıdan itibaren düzenli bir şekilde yazdığı makaleleri başta Ortadoğu olmak üzere İslam dünyasına odaklanmıştır. Yaşanan sıkıntıların müsebbibi olarak emperyalist güçleri görmekle iktifa etmemiş, yaşananlara gereken tepkiyi koyamayan Müslümanların özeleştiri yapmaları gerekliliğine özellikle vurgu yapmıştır. Emir Yıldırım ise özellikle "Düşünceler I – II – III - IV" başlıklı devam yazılarında insan, toplum, siyaset, bilim ve teknoloji algılarımızı değiştirecek tonda fikirler serdetmiş, bunu yaparken de güçlü bir eleştirel dil kullanmıştır. Öyleki Emir Yıldırım’ı okurken Faust’tan parçalar elinizdeymiş hissi taşıyorsunuz. Dünyanın bileşkesini oluşturan kavramlar namluya bir bir sürülmüş, etraftaki tüm odaklar hedefe alınmış, dönmüş dolaşmış ve nihayetinde namlunun ucu kendi şakağına dayanmıştır. Modern dünyanın çıkmazlarını konu edinen bu iki yazarın hararetli yazılarını, Doç. Dr. Mustafa Tekin’in din sosyolojisi bağlamında kaleme aldığı makaleleri adeta dengeye almıştır. Tekin yazılarında, İslami söylemde özgüven eksikliğini İslami perspektifin kaybedilmesine bağlamış ve bu sorunların çözümü olarak da sahih kaynakları işaret etmiştir.

alfabe’nin edebi kimliğini ise yayınladığı şiir ve hikayeler oluşturmuştur. Sertaç Dalgalıdere ve Ahmet Ceran derginin sıkı iki şairidir.

“gayesiz adımlarca
çıldırmak
işin cakası olsa gerektir
şehir her kusuşunda
ifritini
kandan rüyalar görülecektir” Ahmet Ceran’ın bu mısraları hırçın bir başkaldırıdır. Sahte iddia sahiplerinin hicvi ve deşifre edilmesidir. Toplumsal körlüğe isyan ve ikazdır. Duygusaldan ziyade düşünsel bir sancı çekmektedir şair. Öyleki bu sancının izlerini diğer şiirlerinde de görmek mümkündür. Yaşam, ölüm, bekleyiş, sevgi kavramları ile şiirlerinin temel dokusunu oluşturan şairin şiirdeki yetkinliğini en çok da şu mısralarında hisseder okuyucu:

“Kolay değildi beklemek
Olması gerekenlerin olmasını
Hatırlamıyorum kaç gece
Sarmaş dolaş uyudum cinnetle
Ben sahiplendim; bebeklerden kovulmuş rüyaları
Hissettim damarlarımda hayatın püsürlerini
Bilmediğim,
Yabansı acılar çöreklendi içime
İncindi, incimsi yerlerim
Sili, döşte ölünce
Zordu yaşamaya çalışmak
Esen her rüzgarda kırılan bir ruh ile

İşe yaramadı kadim bilgeliğim
Çağcıl kelimelere yenildim
Depresifmişim, obsesifmişim
Anksiyeteye yatkın, hafiften deliymişim.
Buydu teşhis, buydu etiket
Buydu adımın üstünün çizilmesini gerektiren.
Bilinmedi
Ya ben biriciksem, ya ben özelsem,
Ya yoksa âlemde benden başka ben
Ben değilsem ya kim zübde-i âlem”

Bir derginin kapandıktan sonra unutulmasıdır asıl hüzün veren. alfabe’nin edebi kimliğinden bahis açmışken, Düş Sokağı Sakini değerli müzisyen Murat Çelik’in ressam/ heykeltıraş Haldun Arslancan ile birlikte kaleme aldıkları ve 13 sayı boyunca dergide yayınlanan yol hikâyelerini anmak da bir vazife oluyor. Yalova’da durdurmayı başardıkları bir kamyon ile başlayıp devam eden otostopla tatil maceralarının ismidir: UYKU TULUMUNDAN SECCADE. Bu hikâyenin alfabe için önemi sadece otostop macerasından müteşekkil bir yazı olması değil, aynı zamanda diğer bütün yayınlardan önce ilk olarak alfabe Dergisi’nde yayınlanmaya başlamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Derginin emektar isimlerinden Ömer Yalçınova’nın inceleme- değerlendirme yazıları da günümüz aydın tiplemelerine yöneltilmiş derin eleştirileri içermekte, okumalarımızın ve edebi bir kimlik oluşturmalarımızın hangi istikamette seyretmesi gerektiğini, hikâyelerin bu konudaki ehemmiyetini ve bizatihi hikayelerini dergide yazmış olması alfabe’nin büyük kazanımlarındandır. Bilhassa “Goygoycular” başlıklı yazısı acımasızlığa varan hususî eleştiriler içerse de tekrar tekrar okunabilecek öneme haizdir. Ömer Yalçınova’nın geliştirmiş olduğu eleştirel dil, bireysel, toplumsal, dinsel olan her şeye yönelmiş ve fakat kesinlikle savruk olmamıştır. Yerinde ve zemininde yaptığı eleştirilerden halen yararlanılabilir.

Künyesinde “Dostluğun, paylaşmanın ve heyecanın yeniden hayat bulması için çıkar” sözünün yer aldığı ve 13 sayı yayınlanan alfabe, şüphesiz bu yazıda konu ettikletimizden daha fazlasını sığdırdı sayfalarına. En önemlisi de, yayınlandığı zaman zarfında Konya’da bir okul olma vazifesini en iyi şekilde yerine getirdi. Giriştede vurguladığımız gibi bu topraklarda bir derginin kapandıktan sonra unutulması, yaşayabileceği en hazin kaderdir. "Bir dergi çıkarmak, bir dua etmektir" sözünden ilham alarak, alfabe  dergisi ekibine "Dualarınız kabul olsun efendim" diyoruz.

Adalet Canlı Akbaş


Not: Bu yazı Kurtuba dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.