31 Ocak 2011 Pazartesi

Mısır'dan önemli bir mektup var


Radikal için Mısır sokaklarından yazan Amr Şalakani, 'Türkiye neden sessiz? Vicdanla dış siyaset yapmak isteyenler neredesiniz? Neden Davutoğlu susuyor?' diye sordu.

Size bir telefonla yazımı yolluyorum. Koray sizin için elinde kâğıt-kalem yazıyor, ben telefonda okuyorum. Çünkü geçen cumadan beri telefonla veri yollayamıyoruz. İnternet bağlantımız yok. Cepten mesaj atamıyoruz. Cep
 telefonları bir açık bir kapalı. Ev telefonları çok cızırtılı. Ama keyfimiz pek yerinde. Çünkü isyan günlerinde yaşıyoruz. Bir devrimin ortasındayız.


Hızlı çekimde Tunus
Yaşadıklarımız Tunus’ta yaşananların neredeyse hızlı çekimi. Ben çok dindar biri değilim. Cumaya bile gitmem. Ama geçen Cuma farklıydı. Eylem camiden başlayacaktı. Bir güzel abdest aldık. Namaza durduk. Kahire’nin kıldığı en hızlı cumaydı. Daha esselamun aleykum demeden bazıları sloganlarla kendini dışarı zor attı. Tahrir Meydanı’na doğru kitleler aktı. O günden beri dünyanın gözü üzerimizde. Sokaklarda uyuyoruz. Mahalle komiteleri kurduk, güvenliği öyle sağlıyoruz. Mübarek’ten herkes nefret eder, ama öfkenin boyutu artık akıl almaz durumda. Halkına yapacağı en büyük kötülüğü yaptı gider- ayak. İçişleri Bakanı hâlâ yok ülkede. Polislere resmen ücretli izin verdi. Cumartesiden beri Kahire’de tam bir anomi var. Hillary Clinton, “Çok dövmeyin insanları” dedi ya, bunlar da polisi tamamen çektiler. Bize şunu söylemek istiyor Mübarek: “Bakın bana karşı ayaklanırsanız, böyle darmadağın olursunuz.”

Barışçıl devrim
Kimse bizle konuşmuyor. Mübarek’in çocukları Londra’da bekliyor. Zenginler özel uçaklarıyla Dubai’ye kaçıyor. Mübarek sessiz. Ordunun ağzına bir parmak bal çalıyor, generalleri başkan yardımcısı, başbakan yapıyor. Ama hâlâ içişleri bakanı yok. Neden? Birbirimizi yiyelim sokaklarda diye. Halk bu numarayı yemiyor. Mübarek gitmeden bu isyan bitecek gibi değil. Dış basındaki fotoğraflarımızı gören bütün gün polisle orduyla çatışıyoruz zanneder. Aslında çok barışçıl bir devrim yapıyoruz burada. Sakiniz. En çok “Barış!” diye bağırıyoruz. Kahire sokaklarında şakalar gırla. Espri varsa o halktan kork. Biraz da şaşkınız. Bunu biz mi başarıyoruz? Biz deyince açıklayayım. Kahire’deki eylemler daha çok orta sınıf, üst orta sınıf mahalleleri ve çevrelerinde. Elbette işçi sınıfı da sokakta. Ancak en yoksullar burada kent merkezinde değil. Yani rejimden bir parça nemalanan sınıflar da ayaklanmış durumda. Çevrede siyasi İslamcılar da var. Ama örgütlü olarak burada yoklar. Yani Müslüman Kardeşler koordinasyonu yok. Ama bir şey söyleyeyim; Müslüman Kardeşler, örgütüyle sokağa çıksa Mübarek kaçmaya bile fırsat bulamaz. Herkes biliyor. Uyuyan Müslüman Kardeşler’i uyandırmak istemiyorlar.

Tek dert Süveyş 
Batı’nın dış politikası yüzünden sokaktaki Batı nefretine hissen katılmamak mümkün değil. Sarkozy, Clinton, Merkel, Obama hepsi Mübarek’i nasıl destekleyeceklerini şaşırmış. Akıllarında bir tek Süveyş kapanmasın, İsrail’e zarar gelmesin. Bize demokrasi dersi vermeye bayılırlar. Hani nerede şimdi o prensipler? Peki Davutoğlu nerede? ‘Vicdan siyaseti’ lafını çok seviyordum. Hatta öğrencilerle konuştuk. Bizim için ABD, Fransa, İngiltere başka, Türkiye başkadır. Ama Türkiye sessiz? Neden sessizsiniz? Vicdanla dış siyaset yapmak isteyenler neredesiniz? Neden Davutoğlu susuyor? Dostlar bize destek olun. Gemileri yaktık. Davutoğlu son bir kere daha konuşsa Mübarek’le, “İstifa et, buraya kadarmış” dese... “Mısır halkının yanındayız” dese... “Demokrasi için biz de yardımcı olacağız ama önce rejim değişmeli” dese. Vicdanının sesini dinlese. Yarın tekrar yazacağım. Şimdilik sağlıcakla kalın.
*Kimdir Amr Şalakani? 
Amr Şalakani, Kahire Üniversitesi ve Kahire Amerikan Üniversitesi’nde hukuk ve siyaset bilimi dersleri veriyor. Mısır’a yerleşmeden önce ise ABD’de Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapmıştı. Oslo süreci boyunca Yaser Arafat’ın Ramallah’taki hukuk danışmanlarından olan, Ortadoğu siyaseti ve İslam hukuku konusunda birçok yayını bulunan Şalakani, Radikal’e Mısır’dan, başkent Kahire sokaklarından bir mektup ‘yazdırdı’.

Evet, yazdırdı zira Hüsnü Mübarek yönetiminin sıkı önlemleri nedeniyle internet ve telefon iletişimi kesildi ve bu nedenle posta, faks ve SMS yollayamıyor. Radikal yazarı Koray Çalışkan’la sıkça kesilen bir telefon aracılığıyla Arapça ve İngilizce yaptıkları görüşme adeta Mısır İsyanı’nın Sokak Güncesi gibi.

30 Ocak 2011 Pazar

Tunus'dan iyi haberler geliyor

Tunus'dan iyi haberler gelmeye devam ediyor... Zalim Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinin ardından, normalleşme yönünde adımların atıldığı Tunus'da rejim muhalifi Tunus İslami Hareket Partisi'nin (NAHDA) sürgündeki lideri Raşid Gannuşi ülkesine döndü. Gannuşi'yi havalananında binlerce Tunuslu sevinç gösterileri ile karşıladı. Gannuşi'nin yıllar sonra ülkesine dönmesi önemli bir gelişme. Tunus'un demokrasi yolunda atacağı adım açısından önemli bir kilometre taşı. Her röportajında kendisine Türkiye'deki demokrasi mücadelesini örnek aldığını belirten Gannuşi, Erbakan başta olmak üzere Erdoğan ve Kurtulmuş'un siyasi yürüyüşünün NAHDA'ya büyük örneklik teşkil ettiğine vurgu yapıyordu. Tunus için önemli olan "adalet ve demokrasiden" taviz verilemeyeceğini belirten Gannuşi, en kısa zamanda seçimlerin yapılmasını ve Tunus halkının seçimine rıza gösterilmesini istiyordu. 

22 yıldır İngiltere'de sürgünde vatan hasretiyle yaşayan Raşid Gannuşi'nin ülkesine sevinç gösterileri eşliğinde dönmesini önemsiyorum. İnşallah, zoru başaran Tunuslular, bundan sonra ülkeleri için birlik olup, ortaya adil ve demokratik bir Tunus çıkarırlar.     

Bilge Kral Alija İzzetbegoviç orduyu denetliyor



Şu yaşlı dünyanın görüp görebileceği en sıkı adamlardan biriydi Alija İzzetbegoviç. Devlet adamlığının yanı sıra derinlikli bir entelektüel, halis bir Müslümandı. İşte bu yüzden lakabı Bilge Kral'dı. Avrupa'nın orta yerinde bir halkı yok olmaktan kurtarıp; "burada biz de varız" dedi. "Hedefimiz Müslümanların İslamlaşması, sloganımız; inanmak ve mücadele etmektir" diyen bu adama iyi bakın. Ve onun verdiği selamı bin misli ile alıp baş tacı yapın...

29 Ocak 2011 Cumartesi

Mısır'dan müjdeli bir haber bekliyoruz


Mısır ayakta. Mısır teyakkuz halinde. Mısır bir uçtan bir uca yeni bir doğuma hazırlanıyor. Mısır kendine geliyor. Mısırlılar, Tunusluların tutuşturduğu ateşi harlıyor. Devrilmez denen, sarsılmaz denen, kıpırdamaz denen, o'na bir şey olmaz denen Hüsnü Mübarek rejimi çatırdıyor. Caddeler, sokaklar, meydanlar, kamu binalarının önleri, camilerin bahçeleri, evlerin çatıları, okullar, iş yerleri ışıl ışıl. Bu kez olacak gibi. Bu kez başarılacak gibi. Bu kez tünelin sonunda ışık göründü gibi... Polis şiddet kullanıyor; -tıpkı İsrail askeri gibi- gözünü kırpmadan göstericilere ateş açabiliyor. Sivil istihbarat elemanları yakaladıkları göstericilere acımıyor. Döve döve gözaltına alıyor. Ama artık ok yaydan çıktı bir kere. Kılıç kınından sıyrıldı. Cehennemin kapıları aralandı. Bu ateş sönmez, bu ayaklanma bastırılamaz, bu devrim akim kalmaz. Gözümüz kulağımız Mısır'dan gelecek bir müjdeli haberde. Nefesimizi tuttuk, içimizden saymaya başladık. 1-2-3 daha fazla devrim...

Son duyumlara göre ilk başlarda çekingen davranan İhvan-ı Müslimin de, artık eylemlere destek vermeye başlamış. Hasan El Benna'nın, Seyyid Kutup'un, Halid İslambuli'nin Zeynep Gazali'nin rüyalarını gerçeğe çevirmek için bugünden daha müsait bir ortam olamaz. Terör estirmeden, bilinçsiz hareket etmeden, sağı solu yakıp yıkmadan, yağmaya geçit vermeden, masumlara zarar dokundurmadan ve adaletten taviz vermeden "bir devrime besmele çekmenin" tam vakti. Gözümüz kulağımız Mısır'dan gelecek müjdeli haberlerde. Biraz daha gayret, biraz daha sabır... Mısır tamam inşallah...

28 Ocak 2011 Cuma

Rachel Corrie İstanbul'daydı

Onu hepimiz asil duruşu ve suskun ama çok şey anlatan bakışları ile tanıdık. Sarışın Amerikalı bir kızdı o. Bizimle aynı yaştaydı. Bizimle aynı heyecanları, umutları, özlemleri taşıyordu. Ama bizden daha cesur çıktı. Biz nutuk atmaktan bile çekinirken, o sırt çantasını alıp Filistin'e gitti. Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını engellemek isterken de, 16 Mart 2003'de İsrail buldozeri tarafından kasten ezilerek öldürüldü. Önce megafonla buldozerin operatörünü uyarması, ardından yerde kanlar içinde, arkadaşlarının kucağında son nefesini verdiği anların fotoğrafları unutulacak gibi değil. İşte o delikanlı kızın hayatı "Benim Adım Rachel Corrie" adlı bir tiyatro oyunu oldu. 2006'da İngiltere'de sahnelenmeye başlanmış. Dün akşam da Muammer Karaca Tiyatrosu'nda galası vardı. Rachel'i, tiyatrocu Setenay Yener canlandırıyor. Ama ne canlandırma... Adeta oynamıyor da, Rachel'i yeniden yaşıyor, yaşatıyor. Galaya Rachel'in anne babası da gelmişti. Ayakta alkışlanan oyun sonrası sahneye çıkıp Setenay'a sarılmaları unutulmazdı, sanki, yıllardır görmedikleri kızlarına kavuşmuş gibi bastılar bağırlarına... Yani tek kelimeyle unutulmaz bir geceydi.

Sanırım oyun, İstanbul başta olmak üzere Türkiye'nin bir çok şehrinde sahne alacak. Bence kaçırmayın. Gidin, izleyin, gülümseyin, ağlayın, alkışlayın... Hem Rachel'i alkışlayın, hem de Setenay'ı.
içimizden bir delikanlı
sen çıktın güzel kız
utandırdın bizleri
ne güzel de yakışıyordu
boynuna doladığın Filistin şalı... 

*Oyunla ilgili daha deyatlı bilgi için: http://www.benimadimrachelcorrie.com/

27 Ocak 2011 Perşembe

Bundan böyle Firavunlara rahat yok

Dün Tunus, bugün Mısır... Amerika'nın arka bahçeleri birer birer alevlere teslim oluyor. "Dost ve müttefik rejimler" sarsılıyor. Onlarca yıl nefesleri kesilen, adam yerine konmayan, koyun gibi güdülen kitleler sokaklara iniyor, yolsuz ve kirli yönetimleri sorguluyor, diktatörleri ve zalimleri ülkelerinden yolcu ediyor. ABD endişeli, İsrail endişeli, Fransa endişeli, iki yüzlü Batı endişeli, bölgedeki rejimlerin firavunları endişeli. Tunus zor olanı başardı. Ancak asıl zorluk şimdi başlıyor. Zalim Bin Ali gitti, şimdi onun rejimi de gitmeli. Yerine adil ve demokratik bir yönetim gelmeli. Şimdi sıra 30 yıllık Mübarek rejiminin demir yumrukla yönettiği Mısır'da. Nil'in kavruk çocukları meydanlara çıktı, sokakları şenlendiriyor. Şimdiye kadar 7 kişi hayatını kaybetti 600'ü aşkın Mısırlı tutuklandı. Muhtemelen tutuklular ağır işkencelerden geçiriliyor. Bıçak kemiğe dayandı. Bunun geri dönüşü olmaz. İnşallah Mısırlılar da zoru başarır ve Mübarek diktatörlüğüne son verir.

Dün Tunus, bugün Mısır... Gözlerimiz ve kulaklarımız, bölge ülkelerinden gelecek müjdeli haberlerde. Ürdün, Suriye, Fas, Suudi Arabistan, Katar, Cezayir ve diğer ülke haklarının da başlarındaki firavunlardan, zalimlerden, diktatörlerden kurtulmalarını diliyoruz. Ne diyor şair Mehmet Akif İnan; Her eylem yeniden diriltir beni...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Daha aktif ve agresif bir Yeşilay


Türkiye Yeşilay Cemiyeti, uzun bir atalet döneminin ardından nihayet harekete geçti. Cemiyet, hazırladığı "Alkol ve Tütün Mamulleri Kontrolünün Sınırları Ne Olmalıdır?" başlıklı Alkol ve Tütün Mamulleri Kontrolünün Sınırları Ne Olmalıdır?, düzenlediği basın toplantısıyla kamuoyuna duyurdu. Başkanlık Hukuk Müşavirleri Avukat Adalet Canlı Akbaş ve Arzu Besiri'nin de birer sunum yaptığı toplantıda, Yeşilay, Başkanı Muharrem Balcı, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu'nun yönetmeliği üzerinden yapılan "Hayat tarzımıza müdahale ediliyor" tartışmalarının sanal olduğuna değindi. Avrupa ve dünyada alkol kullanımını azaltmaya ve alkol kullanmamayı tercih edenlerin hayat tarzlarını korumaya yönelik çalışmalar yapıldığını hatırlatan Balcı, Türkiye'de "tersine mahalle baskısı" yapıldığına vurgu yaptı.

Muharrem Balcı'nın konuşmasında not aldığım iki kelime Yeşilay ile ilgili beklentilerimi daha da artırdı. Balcı, Yeşilay'ın bundan böyle daha aktif ve agresif olacağı müjdesini verdi. Bu demektir ki; önümüzdeki günlerde alkol, sigara, uyuşturucu ve diğer bağımlılıklar konusunda daha sıkı çalışan bir Yeşilay göreceğiz.

25 Ocak 2011 Salı

Türkistan'ın yiğit evladı Barat Hacı'yı tanıyor musunuz?



1910'da Doğu Türkistan'ın Kaşgar şehrinde doğan Hacı Barat, ömrünü büyük mücadelelerle geçirdi ve 94 yaşında Şubat 2003'de Hac görevini ifa ettiği sırada Mekke'de Hakk'a yürüdü. Türkistan'ın bu yiğit evladını unutmadık...

24 Ocak 2011 Pazartesi

İsrail'in Mavi Marmara Raporu


İsrail nihayet kendini aklamayı kafasına koyduğu Mavi Marmara baskınına ait raporu açıkladı. Rapor, baştan sona çarpıtma, utanmazlık ve karartma ile dolu. İsrail hükumeti tarafından kurulan komisyonun Mavi Marmara baskınına ilişkin raporunda gemiye çıkan askerlerin kendilerini savundukları, insan haklarına uygun hareket ettikleri, uluslararası hukuku çiğnemeden 308 kurşun atarak 9 kişiyi “yerinde ve ölçülü şekilde” öldürdükleri belirtildi. İsrail ne yaparsa yapsın, hangi raporu kime hazırlatırsa hazırlatsın insanlık suçu işlemiştir ve cezasını çekmelidir.

Eski İsrail Anayasa Mahkemesi yargıcı Yaakov Turkel'in komisyon başkanlığında hazırlanan 296 sayfalık rapor, İHH başkanı Bülent Yıldırım'a göre, İsrail halkını kandırmak için hazırlandı ve derhal çöpe atılmalı.

Grup Genç'in bize söyleyecek "Sözü Var"

19 yıl olmuş yola çıkalı. ilk albümlerini yayınlayalı. 1993'de "Şehadet Vakti" ile kulaklarımızın pasını, yüreklerimizin yasını, benliğimizin ataletini silmeye aday olan Grup Genç, 8 yıl aradan sonra son albümü "Sözü Var" ile çıktı karşımıza. Bu albüm, diğer albümlere nazaran daha zengin bir enstrüman eşliğinde hazırlanmış. Dinleyince farkı görüyorsunuz. Sadece müzik değil, sözler de dinlenesi olmuş. İnsani Yardım Vakfı (İHH)'nın Afganistan çalışmaları sırasında bir uçak kazasında şehit düşen Bahaddin Yıldız ve Faruk Aktaş ile İsrail'in Mavi Marmara saldırısının 9 şehidi için de albümde iki eser olması güzel bir kadirşinaslık örneği olmuş.

Son zamanlarda güzel şeyleri ne kadar az duyar olduk. Kulağımıza nicedir aşina nağmeler çalınmaz oldu. Dilimize bizden sözler takılmaz oldu. Şu günlerde Grup Genç'in bu albümü sadra şifa olacak bir çalışma olmuş. Şimdiden tezi yok, albümü alıp, güzelce bir dinlemek lazım.

21 Ocak 2011 Cuma

Ayşe Paşalı'nın gözlerine iyi bakın

Öldü... Gözlerimizin içine baka baka öldü. Her gün hiç bilmediğimiz yerlerde ölen onlarca kadın gibi sessizce öldü. Ayşe Paşalı, eşi tarafından öldürüldü. Kocası, evinin direği, çocuklarının babası, sığınağı, limanı, cenneti, ardında dağ gibi duranı tarafından. Belki de bunların hiç biri değildi eşi. Sadece kocası idi. Bilemiyorum.

Geriye, bakışları ta ciğerimize işleyen işte bu fotoğrafı kaldı. Ona iyi bakın. Kendinize iyi bakın, ama en çok da annelerinize, kadınlarınıza, sevdiklerinize iyi bakın...

20 Ocak 2011 Perşembe

"Ruh halimin güvercin tedirginliği"

"Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmazGüvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."

Hrant Dink

Tunus tamam inşallah


Ortadoğu'nun kaderi mi diktatörlerin yönetimi altında yaşamak? Arap ülkeleri bir baştan bir başa, zalim ve hain yöneticilerin elinde. Halklarını güdülecek koyun gibi gören, özgürlükler ve haklar konusunda kıllarını kıpırdatmayan bu yöneticiler, koltuklarından olacakları günü eminim korku içerisinde bekliyorlardır. Onlardan biri de Tunus'un 23 yıllık diktatörü Zeynelabidin Bin Ali idi. Sülalesinden oluşan mafyavari bir oluşumla ülkesini elinde tutan Bin Ali, Tunusluların ayaklanması ile ne kadar kof ve korkak bir yönetici olduğunu kanıtladı ve soluğu Suudi Arabistan'da aldı. Tunusluların ellerine sağlık... Ancak Tunus'un işi daha bitmedi aksine şimdi yeni başlıyor. Adil ve hakkaniyetli bir yönetimin iş başına gelemsi için tüm Tunus halkı baş başa vermeli ve başardıkları bu güzel işi akim bırakmayacak bir mutlu sona imza atmalılar.

Görüldüğü kadarıyla yıllardır yurt dışında sürgün hayatı yaşayan rejim muhalifleri ülkeye dönmeye başladı. Hapishanelerdeki tutuklu siyasi mahkumlar da salıveriliyor. Bunlar iyi gelişmeler. Umarım Tunus, diğer halklara örnek olacak bir olgunluk içerisinde yepyeni bir Tunus meydana getirir. Ne diyelim; darısı diğer diktatörlerin başına...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Yeşilay'da iyi şeyler oluyor

Daha Türkiye Cumhuriyeti ortada yokken 1920'de kurulan ve "kötü alışkanlık" olarak tabir edilen bağımlılıklara karşı savaş açan Yeşilay, uzunca bir süredir adeta kendi kabuğuna çekilmiş vaziyette idi. Yapılan faaliyetleri duymak, çalışmalardan haberdar olmak imkansız bir haldeydi. Adeta sesi çıkmayan bir Yeşilay vardı. Ancak bu makus talih, Avukat Muharrem Balcı'nın başkanlığa getirilmesi ile değişmişe benziyor. Genç hukukçularla birlikte hayata geçirdiği ve dile kolay 13 seneyi bulan "Salı Grubu Hukuk Okumaları" ile kendine has bir çalışma sistemi oturtan Balcı, Yeşilay'ın üzerindeki ölü toprağını silkelemişe benziyor. Sigara yasakları, Alkol düzenlemesi, Milli Piyango-şans oyunları, uyuşturucu kullanımı, tv-internet bağımlılığı gibi geniş kapsamlı alanlarda Yeşilay'ın sesini daha sık duyar olduk. Bu olumlu ve güzel bir gelişme.

Umudum odur ki; Yeşilay, hak ettiği yeri bulsun ve üzerine vazife olan çalışmalarla görevini yerine getirsin. Bu konuda Muharrem Balcı'ya ve ekibine kolaylıklar diliyoruz. Gözümüz üzerlerinde olacak...

18 Ocak 2011 Salı

Kurtuba 7 kitapçılarda


Selman Maltaş editörlüğünde yayınlanan Kurtuba dergisinin 7. sayısı nihayet çıktı. "Anadolu Damarı: Düştüysek Kalkarız" diyerek yerliliğe vurgu yapan derginin bu sayısında önemli yazılar yer alıyor. Abdullah Yıldız ile yapılan röportaj, Yavuz Akengin'in hikayesi gayet güzel. Fatih Bilge ve İhsan Turgut yerliliği işlemiş. Cengiz Yalçınkaya bilinmeyen Antalya'yı yazmış. Salih Demirhan ve Selman Maltaş ise "Mavi Marmara" ekseninde yazmışlar. Dergide benim de, Milli Nizam'dan Has Parti'ye: Milli Görüş Serüveni başlıklı bir yazım var. Derginin en dikkat çeken sayfası olan "Ne Var Ne Yok" köşesi yine dopdolu.


Kurtuba, İstanbul başta olmak üzere Türkiye'nin bir çok şehrinde kitapçılarda satışta. Alın okuyun...

14 Ocak 2011 Cuma

"Gerçeğe sadakat şerefimizdir"


Aradan geçen uzun yıllara, bir görünüp kaybolan isimlere, sayfalar dolusu edilen koca koca laflara inat ve mutlaka onlarla birlikte; Gerçek Hayat; bu toprakların en asil dergisidir. Büyükdoğu ve Diriliş dergilerinin ardından; umutsuzluğa, yılgınlığa ve heyecansızlığa duçar olmuş İslamcı düşüncenin, 90'lı yıllar sonu itibariyle, kılavuzluk görevini, büyük bir ciddiyet ve bir o kadar da heyecanla omuzlamış bir dergidir Gerçek Hayat. 10 yıllık kutlu serüvenine nice hikâyeler, nice umutlar ve nice başarılar sığdırmıştır. Her hafta cuma günleri, inatla işaret ettiği noktalara hakkıyla kafa yormamız temennisiyle... Vira bismillah...
2000 yılının benim için simgesel değeri; üniversiteye başladığım yıl olmasının yanı sıra, Gerçek Hayat dergisinin de, yayın hayatına bu yılın son aylarında merhaba demesidir. 2000 yılına verdiğim bu değerleme, basit bir, yıl kutsallığından ziyade; unutmaya meyilli insanoğlunun, hatırlama melekesini canlı tutma isteğidir. Ben üniversiteyi Konya'da okudum. Eylül ayında ayak bastığım şehirde, bir ay sonra dikkatimi çeken en önemli ayrıntı; otobüs ve tramvay duraklarına asılan, boy boy Gerçek Hayat dergisi reklâmları idi. "Gerçeğe sadakat şerefimizdir" düsturunu kendine rehber edinen bir derginin, Kasım ayı içerisinde yayınlanacağı müjdesi veriliyordu. Bu müjdenin esenliğini ve biricikliğini, gözünü ufuklara dikip; "Yok mu gelecek güzel bir haber?" diyen ve böyle soylu bir müjdeye hiç olmadığı kadar susamış bir insan anlar ancak.
Her derginin mutlaka öncü isimleri olur. Onların arzusu, umudu ve hareketiyle yol açılır ve artlarından onlarca isim, onlara omuz vererek yola devam eder. İşte Gerçek Hayat dergisi de; iki idealist insanın öncülüğünde Kasım 2000'de yayınlanmaya başlandı. Bu iki isim; Hakan Albayrak ve Gökhan Özcan. Her iki isim de, konumlandıkları yer ve seslendirdikleri dert itibariyle, duruşlarını uzun bir süreden beri belli eden iki düşünce insanı. Özcan; söz'ün erdemine, Albayrak ise; eylemin bereketine inanıyor. Bu iki isimden önce, bir önceki nesle kısaca göz atalım. Bu arada, derginin ismi, şair İbrahim Kiras'ın İz yayıncılıktan çıkman, Gerçek Hayat isimli kitabından mülhemdir, bunu da buraya not düşelim.
Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan ve diğerleri... İsimlerini gıpta ve saygı ile andığımız bu öncü nesil, insanımızın İslam ile kopan bağının tekrar onarılması için, ömürlerini tasadduk etmiş cefakâr insanlar. Yayınladıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler ve yaptıkları konuşmalarla, hakikat kelimesinin altını, kalın çizgilerle çizdiler. Ve bir neslin yetişmesinde ön ayak oldular. Kısakürek, yayımladığı Büyükdoğu dergisi ile, Karakoç Diriliş dergisi ile, Pakdil de Edebiyat isimli dergi ile çevrelerine ışık oldular. Çölden şehre doğru bir yol açtılar. İslamcı düşüncenin bu topraklarda sistematiğini kurup, söz sahibi olmasını sağladılar. Diğer saydığım isimler de, bu işlevi Mavera dergisi ile yaptı. Şüphesiz ki; bu arada ismini anamadığımız daha birçok dergi, yukarıda önemsediğimiz işlevi, yerine getirdi. 90'lara kadar etkilerini bir şekilde devam ettiren bu isimlerin ardından, birilerinin gelmesi gerekiyordu. Ve geldi de... Gerçek Hayat; öncü neslin izindeki isimlerin görünür olduğu, seslerini duyurduğu bir platform oldu. Kimdi bunlar? Hakan Albayrak ve Gökhan Özcan'ın öncülük ettiği bu isimler; Mevlana İdris Zengin, Suavi Kemal Yazgıç, Selahattin Yusuf, İbrahim Kiras, Halime Kökçe, Murat Menteş, İsmail Kılıçarslan, Murat Zelan, Nihat Nasır, Mehmet Efe, Ebubekir Kurban ve isimlerini anımsayamadığımız diğerleri... Büyükdoğu, Diriliş ve Mavera ekolü diyorsak eğer, Gerçek Hayat ekolü de dememiz gerekir. İşte bu isimler -ki birçoğu Gerçek Hayat vasıtası ile ilk kez bir süreli yayında yazmaya başlamıştı- bir önceki nesilden devraldıkları edebiyat ve düşünce bayrağını ellerinden geldiğince taşımaya başladılar. Herkese hak ettiği değeri veren tarih, eminim bunu da böyle yazacaktır.
Öncelikle Gerçek Hayat'ın yayınlandığı döneme iyi dikkat etmemiz gerekiyor. 28 Şubat post modern darbesi yapılalı 2 yıl olmuş. Ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor. Pişmanlık, kırgınlık ve kızgınlıktan oluşan ruh durumunun ele geçirdiği bünyeler, iç hesaplaşma halinde. Mahalleyi terk eden, kral sanıyor kendini. Kimse bir başkasının hesabını verme niyetinde değil. Tüm kazanımlar bit pazarına düşmüş, haraç mezat elden çıkarılıyor. Herkes suçu bir ötekine atıyor. Günah keçisi aranıyor, bulunuyor ve kıyasıya yükleniyor üzerine ne var ne yoksa... Yepyeni kanaat önderleri arz-ı endam ediyor bizim sayfalara, bizden gazetelere... İşte tam da böyle bir zamanda; "Gerçeğe sadakat şerefimizdir" diyor birileri. "Bu toprakların çocuğuyuz ve söyleyecek sözümüz var" diyor. "Gerçek Hayat, ülkesinin bugününü içine sindiremeyen ve insanından ümidini kesmeyen bir grup insanın, ortaya koymaya hazırlandığı derginin ismidir. Ama Gerçek Hayat, bundan daha çok, korumakta kararlı olduğumuz bir yaşama heyecanının ve insaniyet aşkının tezahürüdür. Biliyoruz ki; "biz" sanılandan ve söylenenden daha fazlasıyız. Kafalarımızda ve yüreklerimizde taşıdığımız değerler, birkaç küçük badire ile vazgeçilemeyecek kıymette ve asalettedir. Yılgınlığa düşüp yolumuzu şaşıracak, bulduğumuz cevheri havaya savuracak ve varlık sebeplerimizi unutacak değiliz. Kendimiz gibi olmaktan asla utanmıyor ve başımıza gelenlerden iman ettiğimiz eksiksiz gerçeği sorumlu tutmuyoruz. Her karanlığı yıkayacak kudretteki o menbaya, bütün varlığımızla inanmaya kararlılıkla devam ediyoruz..." diyor birileri. Bu satırlar, dergi çıkmadan bir kaç hafta önce müstakbel okura tebliğ edilmiş, Hakan Albayrak, Gökhan Özcan imzalı bir mektuptan alıntı. Zor zamanda söylenen sözler bunlar. Kolay değil bu cümleleri kurmak. Ağır bir yenilgiye uğrayıp, çil yavrusu gibi dağılmış bir orduyu ayağa kaldırmaya, son dakikaya 5–0 yenik giren bir takımı coşturmaya azmetmiş birileri kuruyor bu cümleleri. Gerçek Hayat dergisi, işte bu cümlelerle, bu dualarla yayın hayatına başlıyordu.
Gerçek Hayat dergisinin en dikkat çekici yanı; cesur bir dil kullanması ve olaylara muhalif bir bakış açısı ile yaklaşmasıydı. Derginin ilk sayısı incelendiğinde, mesele daha net anlaşıyor. 1. sayının kapak dosyası Filistin'e ayrılmış ve kapakta "Filistin'de şafak söküyor" cümlesi, manşete taşınmış. İçeride de, Suriyeli entelektüel Cevdet Said ile yapılmış bir söyleşi yer alıyor. Bu, derginin çizgisini, düşünce yapısını ve duasını ele veriyor aslında. Türkiye'de bir dergi, Filistin'i selamlayarak yayınlanmaya başlıyor. Bu önemsenmesi gereken bir tavır. Bu tavrın içerisinde; Misak-ı Milli sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine dair bir gönderme, katıksız bir ümmet vurgusu ve İttihad-ı İslam düşüncesinin en saf hali gizli. Hakan Albayrak'ın ilk kitaplarından birinin isminin "Halifesiz Günler" olması, basit bir tesadüf olmasa gerek. O kitabı okuyanlar daha iyi bilir ki; Albayrak'ın derdi; ümmettir, ümmetin derdidir. İstanbul'dan çıkar Harlem'e uğrar, Saraybosna'da soluklanır, hemen ardından Tahran'a geçersiniz. Dur durak bilmeyen bir atar damar gizlidir Albayrak'ın yazılarında. Ve haliyle, Gerçek Hayat da, onun cesur izlerini taşır. Hakan Arslanbenzer yönetiminde çıkan iki aylık edebiyat dergisi Atlılar'da yer alan bir Gerçek Hayat reklâmı, işaret ettiği nokta itibariyle ilginçtir. Reklâm metni aynen şöyledir; "Gerçek Hayat, okuyun. Her Cuma günü çıkan efsanevi siyahî boksör Gerçek Hayat'ı Hakan Albayrak ve Gökhan Özcan çalıştırıyor..." Şüphesiz ki; Albayrak'ın lider kişiliği ve Allah vergisi çekim gücü nedeniyle, etrafında çok sayıda isim kenetlenmiştir. Basit bir haber dergisinden ziyade, derinlikli bir yorum dergisidir. Bu sebeple, bir kadro dergisidir Gerçek Hayat. Bu yapısını da, 9 yıl boyunca korumayı bilmiştir. Şüphesiz ki; bu 9 yıl, önemsenmesi gereken bir niceliktir. Türkiye'de, süreli yayınların, bir heyecan başlayıp, sonra hazin bir şekilde kapandığına çok şahit olmuşuzdur. Hele hele, bahsi geçen, haftalık bir dergi ise, o zaman bu 10 yılın, iki kere önemsenmesi ve takdir edilmesi gerekir. Dergi etrafında kenetlenmiş kadronun haricinde, düşünce dünyamızın birçok ismi de, aralıklarla ve farklı zamanlarda Gerçek Hayat’ta yazdı. Yazar kadrosuyla da Gerçek Hayat, okuruna, farklı isimlerde çeşitlilik sunan bir dergi oldu. En başta İsmet Özel'i saymalıyız. Birçoğu, Özel'in ilk sayıdan itibaren dergide yer aldığını zanneder. Fakat öyle değil. İsmet Özel, derginin savunduğu değerler, cesur çıkışları ve muhalif dilinin oluşturduğu auranın etkisiyle burada yazmaya başlar ve uzun süre, "Cuma Mektupları" başlığı altında okuruna seslenir. Benim kanaatimce bu dönem, Gerçek Hayat'ın kelimenin tüm anlamıyla "zirve" yaptığı bir dönemdir. Dergi, İsmet Özel'in de katkısıyla, kendini entelektüel camiaya kabul ettirir. İsmet Özel, dergide sadece yazmaz, kendisiyle yapılan oylumlu röportajlarla da, düşüncelerinden istifade edilir. Hemen ardından; "Toparlanın. Gitmiyoruz!" konferansları gelir. İsmet Özel, birçok şehirde geniş kitlelere seslenir. Konferansın giriş bileti ise; Gerçek Hayat dergisidir. İsmet Özel ve Gerçek Hayat işbirliği ile yapılan bu etkinlikler, Türkiye'de bir ilk olur. Özel'in, İstiklal Marşı Derneği kurma fikri de, kanaatimce bu zaman dilimi içerisinde oluşmuştur. Özel'in haricinde, Hayrettin Karaman, Ulvi Alacakaptan, Ahmet Çiğdem, Nuray Mert, Fatih Okumuş, Cihan Aktaş, Nasuhi Güngör, Mehmet Bekaroğlu, Ümit Aktaş, Ali Gümüş ve Yusuf Kaplan gibi entelektüeller de, dergide düzenli olarak yazdılar. Bosna Hersek'in eskimez Milli Marşı'nın yazarı Cemaleddin Ladiç de, bir dönem Gerçek Hayat'ta yazdı. Derginin, entelektüel camiada itibar sahibi olmasında; partiler, cemaatler, dernekler ve kurumlar üstü bağımsız yapısının etkisi büyüktür. Goygoyculuğa, hizipçiliğe, grupçuluğa ve bağnazlığa pirim vermeyen duruşu, her kesimden takdir görmüş ve adı, her daim saygı ile anılır olmuştur.
Gerçek Hayat, haftalık dosya ve soruşturma haberciliği ile, sorunların göz önüne gelmesi ve çözümü yolunda adımlar atılması için yeni bir medya dili kullandı. Soruna vurgu yapan, sorunu önemseyen ve çözüm konusunda görüş alınan kişilerle, olaya farklı bakış açısı sağlayan bir yayın organı oldu. Gerçek Hayat'tan bahsedilirken asıl üzerinde durulması gereken konu; ülkemizde Ümmet bilincinin gelişmesi yolunda sarf ettiği çabadır. Dergi, İttihad-ı İslam fikrinin bu topraklarda neşv-ü neva bulmasına özel önem göstermektedir. Bilge Kral Alija İzzetbegoviç, Şeyh Ahmet Yasin, Abdurrahman Tenvira, Cevdet Said, Malcolm X, Muhammed Ali ve daha birçok Müslüman şahsiyet, Gerçek Hayat'ta özel bir ihtimam ile yer aldı. Dergi, İslam Dünyası'ndan haberlere her hafta özel olarak 2 sayfasını ayırdı. "İslam Dünyası" başlıklı sayfanın, derginin ilk sayılarından günümüze kadar aralıksız devam ede gelmesi bunun en basit bir göstergesidir. Sayfanın editörlüğünü önce Ahmet Emin Dağ, şimdilerde de, Âdem Özköse yapıyor. Özköse'nin, muhtedi yabancılarla (taze Müslümanlarla) yaptığı röportajlar da, İslam kardeşliği açısından, takdire şayan bir çalışma.
10 yıllık süre zarfında, Gerçek Hayat'tan birçok yazar geldi geçti. Fakat, dergiden ayrılan 3 isim, okurun gönlünde, derin bir sızı olarak kaldı. Gökhan Özcan, Murat Zelan ve Murat Menteş... İlk sayıdan itibaren dergide yer alan bu 3 isim, hemen hemen aynı tarihler içinde okurlarına veda etti. Hiç kuşku yok ki; ismi Gerçek Hayat ile özdeşleşen ve 4 yıl boyunca derginin yazı işleri müdürlüğünü ifa eden Murat Menteş'in dergiden ayrılması, okur açısından kabullenilmesi zor bir karar oldu. Menteş, okurun gözünde dergide ayrı bir yerde konumlanmakta idi. Genç bir şair ve yazar olarak; kıvrak zekâsı ve kelime oyunları ile Gerçek Hayat için bambaşka bir isimdi. Şüphesiz ki Gerçek Hayat da, Menteş için ayrı bir anlam ifade ediyordu. "Gerçek Hayat, bizim için bir yuva, sığınak, yerine göre bir oyun alanı, bir battaniye, bahçe, meydan, cami, bir uzay istasyonu oldu. Burada doğduk, hafiften pişer gibi olduk. Tam anlamıyla acı tatlı günlerimiz oldu. Vay canına…" bu satırlar, Menteş'in dergideki veda yazısından...
Menteş'in zamansız vedasıyla kısa bir bocalama dönemi geçiren dergi, zaman içerisinde kadrosuna yeni isimlerin katılması ile yoluna ara vermeden devam ediyor. Her zaman olduğu gibi Hakan Albayrak ve ardından, Suavi Kemal Yazgıç, Mevlana İdris Zengin, Sibel Eraslan, Nihat Nasır, Mustafa Özcan, Gültekin Avcı, Neşe Kutlutaş, İhsan Eliaçık, Ahmet Zeki Gayberi, Asım Gültekin, Reşat Petek, İbrahim Paşalı, Yusuf Armağan ve genç bir isim, Fatih Mutlu'dan oluşan yazar kadrosu ile aradan geçen yıllara inat, ağırlığını hala aynı şiddette hissettiriyor. 10 Yıl boyunca "bizim mahalleden" hemen herkesin bu dergide yazmasına karşın, bir isim var ki, okurun tüm arzusuna rağmen, Gerçek Hayat yazarı olarak anılamadı... Kekeme Çocuklar Korosu'ndan Tarık Tufan... Kim bilir, belki o da, yazacağı vakti bekliyordur... Faruk Yücel'in dergiye katılımı ve yazı işleri müdürlüğü görevini ifa etmesi, Ümmühan Atak ve Gülcan Tezcan'ın azimli çalışmaları da, Gerçek Hayat açısından sevindirici bir gelişme. Bir başka sevindirici gelişme var ki ona da değinmeden edemeyeceğim: Korsan Hayat. Derginin orta sayfasını ele geçiren korsanlar; keskin eleştiriler, zeki göndermeler ve acımasız özeleştirilerle, Gerçek Hayat'a yeni bir heyecan getirdiler.
Gerçek Hayat'ın ilk yayınlandığı zamanı hatırlıyorum da; dergiyi eline alan birçok kişinin yorumu; "çok güzel ve gerekli bir dergi" diye başlıyor, "fazla uzun sürmez bu macera" diye nihayete eriyordu. Karamsarların değil, her daim umudunu diri tutanların duası kabul oldu; macera; 400 küsur haftadır devam ediyor. Maceraya sahip çıkan Levent Gültekin, Türker Saltabaş ve Ali Adakoğlu'na en derin saygılarımızla...

11 Ocak 2011 Salı

Milli Nizam'dan Has Parti'ye: Milli Görüş Serüveni


"Kongre salonunda başlayarak devam eden ve maalesef zaman zaman maksadını aşan gerginliklerin, tartışmaların, kavgaların daha fazla büyümesini istemedik. Ortalık sükunute kavuşsun. Herkes itidalle, aklı selimle düşünsün istedik. Aslında bize karşı bu muameleyi yapanlarla, aramızdaki gönül ilişkimiz, İstanbul'daki iftar baskınında, masamıza doğru tabaklar, bıçaklar, tuzluklar atıldığı zaman kopmuştu." Has Parti lideri Numan Kurtulmuş'un Saadet Partisi'nden istifa ederken partinin Ankara'daki genel merkezi önünde yaptığı konuşmasında dile getirdiği bu sözler, aslında 41. yılına giren Milli Görüş hareketinde meydana gelen ayrışmanın en can alıcı noktasından biridir. Kurtulmuş'un boğazı düğümlenerek ve gözleri nemlenerek sarf ettiği bu sözler, Türkiye'nin siyasi ve toplumsal hayatına damga vurmuş olan Milli Görüş'ten ikinci kopuş konusunda bize önemli ipuçları sunmakta.
1969 yılında, Süleyman Demirel'in Adalet Partisi'nden adaylık konusunda veto yiyen Necmettin Erbakan ve bir grup arkadaşının çeşitli illerden bağımsız milletvekili adaylıklarını koyarak başlattıkları “Bağımsızlar Hareketi”nin daha sonra Milli Nizam Partisi ile birlikte ete kemiğe bürünen adı oldu Milli Görüş. 41 yıllık uzun yürüyüşünde Türk siyasi hayatına önemli katkılar sağladı. Yarım asra yaklaşan yaşamında; iktidar da oldu, koalisyon ortağı da. Meclise girip muhalefet görevini de yaptı, baraja takılıp meclis dışında da kaldı. Ancak hiç bir zaman siyasi hayattan kendini vareste kılmadı, liderinin etrafında kenetlenip her türlü olumsuzluğa göğüs gerdi, heyecanından ve inancından taviz vermeden çalışmalarına devam etti.
Milli Görüş'ün ilk partisi, ilk göz ağrısı 24 Ocak 1970'de kurulan ve amblemi "Şehadet parmağı havada sağ yumruk" olan Milli Nizam Partisiydi. O zamana kadarki Demokrat Parti ve ardıllarınca sahiplenilen “devletçi sağ” ile CHP tarafından sahiplenilen “devletçi sol” söylem dışında, bir dil egemendi MNP'de. Tüm söylemlerinde milli ve manevi kalkınmaya verilen önem kendini ele veriyor, parti programında ahlak ve fazilet kavramları ön plana çıkarılıyordu. Türk siyasetine yeni bir soluk getiren MNP, Milli Görüş'ün en kısa ömürlü partisi oldu. 20 Mayıs 1971'de Anayasa Mahkemesi tarafından "Laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle kapatıldı.
Amblemi gibi kendisi de Türk siyasetinde "Anahtar" konumunda olan Milli Selamet Partisi ise, MNP'nin kapatılmasının ardından, 11 Ekim 1972'de kuruldu. Siyasi şiarını; önce ahlak ve maneviyat olarak temellendiren parti, ağır sanayi hamlesi gibi kimilerince hayalden öte gitmeyen, ama kimilerince de Türkiye'nin derdine çare olabilecek birçok projenin hayata geçirilmesi için çalıştı. Aralarında Bülent Ecevit'in CHP'sinin de olduğu partilerle birlikte 3 defa hükümet ortağı oldu. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın gerçekleştirilmesinde önemli roller üstlendi. Erbakan'ın 1978'de 4. olağan kongrede yaptığı tarihi konuşmada MSP için söylediği bu sözler aslında Milli Görüş'ün siyasi söylemdeki yerini net bir şekilde özetler: "Milli Selameti bilmek için, bugünkü olayları bilmek için mutlaka tarihimizi yakinen tanımak mecburiyetindeyiz. İşte bu sebepten dolayıdır ki Milli Selametin temsil ettiği büyük manadan dolayıdır ki. Söyleyeceklerime dikkat edin. Aziz delegeler muhterem misafirlerimiz. Her hangi bir kimse; Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan, Kosova’da, Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan, Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden, Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içine yürümeden, Seyit Çavuş olup 250 kiloluk mermiyi Ya Allah deyip namluya sürmeden, bir insan Sakarya’nın siperlerine girmeden ve Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden Milli Selametin ne olduğunu anlayamaz." Sakarya'dan Çanakkale'ye, oradan Malazgirt'e kadar uzanan bu sözlerdeki yerlilik vurgusu dikkat çekiciydi. Muarızlarının, Milli Görüş için "Ümmet vurgusunu öne çıkarıyor, Türkiye'ye özgü şeyler söylemiyor" tarzındaki eleştirileri, Erbakan'ın bu sözleri ile adeta ters yüz ediliyor, bu topraklara ait bir dilin, Milli görüş içerisinde hayat bulduğu gösteriliyordu. Yeni bir heyecan oluşturan MSP de 12 Eylül 1980 askeri darbesinde kapatıldı.

Milli Görüş'ün 3. partisi, 12 Eylül Darbesi'nden sonra 19 Temmuz 1983'de kurulan "Hilal- Başak" amblemli Refah Partisi idi. Milli görüş'ün geniş kitlelerle buluşmasında, Erbakan'ın sözünün daha fazla dinlenir olmasında ve hem Türk hem de dünya siyasetinde Milli Görüş fenomenin yer etmesinde Refah Partisi'nin çok önemli bir yeri vardı. Partinin programları arasında; Türkiye'de manevi kalkınmayı sağlamak, adil düzeni kurmak, ağır sanayiyi gerçekleştirmek, İslam ülkeleriyle olan ilişkileri arttırmak, faizi kaldırmak, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin faydasız olduğu gibi bir çok farklı görüş vardı. Necmettin Erbakan, o zamana kadar hiç bir partinin uygulamadığı birçok siyasi çalışma metodunu, Refah Partisi ile pratiğe döktü. Mahalle teşkilatları, cadde ve sokak paylaşımı, sandık müşahitleri, adam adama markaj, evlerde sohbetler ve video gösterimleri, kahvehane meyhane ziyaretleri, haftalık-aylık toplantılar, mahalleden ilçeye, ilçeden ile, genel merkeze raporların sunumu gibi ciddiyetin ve sorumluluğun fazlasıyla yer tuttuğu parti çalışma sistemi, Refah Partisi ile adım adım uygulandı. Son sözü her zaman Erbakan'ın söylediği geniş katılımlı istişareler, parti politikalarının üretiminde canlılık yaratıyordu. Milli Görüş'e has bu çalışma sistemi meyvesini kısa sürede verdi ve Refah Partisi birçok Milli Görüşçünün rüyasında dahi göremeyeceği oy oranlarına ulaştı. Parti, 15 yıllık siyasi yaşamında İstanbul ve Ankara gibi iki büyük metropolün belediye başkanlığını kazanmanın yanı sıra 1995 seçimlerinde %21 oy oranı ile birinci parti dahi oldu. Tansu Çiller'in liderliğini yaptığı Doğru Yol Partisi ile hükümet ortaklığı kurulmasıyla birlikte Erbakan da siyasi hayatında o çok istediği başbakanlık koltuğuna oturdu. Böylece; “Yıllardır meydanları inleten Mücahit Erbakan sloganı, Başbakan Erbakan”a dönüştü. Gelişmekte olan 8 İslam ülkesinin liderliğinde D-8'lerin kurulması gibi dünya konjonktürünü derinden etkileyen işlere imza atan Refah-Yol hükümeti, tarihe post modern darbe olarak geçen 28 Şubat sürecinde yıkıldı. Bu yıkım, bir devrin de sonu anlamı taşıyordu. Refah Partisi, sadece iktidardan indirilmekle kalmadı, 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından "Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri" gerekçesiyle kapatıldı. Milli Görüş lideri Erbakan, bir kez daha siyasi yasaklı oldu.
Refah Partisi'nin kapatılması sonun başlangıcı oldu.
Refah Partisi'nin kapatılması ve Erbakan'ın siyasi yasaklı olması, Milli Görüş için daha önceki deneyimlerden oldukça farklı sonuçlar doğuracaktı. 28 Şubat sürecine kadar yükselme trendine giren Milli Görüş hareketi, bu darbeyle birlikte düşüşe geçmeye başlayacak ve hareket içerisinde özeleştiriler yapılıp, ayrışmalara kadar varan kamplaşmalar oluşacaktı. Olgunluk devresini Refah ile yaşayan Milli Görüş'ün, "Hilal ve Kalp" amblemli 4. partisi Fazilet, 17 Aralık 1997'de kurulacak, Milli Görüş içerisinde ortaya çıkan özeleştiri ve hata sorgulamaları yeterince dikkate alınmadan siyaset kaldığı yerden devam edecekti. Erbakan'ın yokluğunda Fazilet Partisi'nin genel başkanı akîl adam Recai Kutan oldu. Türk siyasetinin beyefendisi Kutan'ın mülayim tabiatı, bir partiyi toparlayabilecek lider kişilikten ziyade, ikinci adam mesabesindeydi. Ancak her şeye rağmen azgın dalgalı sularda partinin Kutan’a emanet edilmesi belki de en uygun seçimdi. Milli Görüş'ün 4. partisinin sesi bu dönemde olabildiğince kısık çıkacak, ne söyleyip ne söylemediği net olarak anlaşılamayacaktı. Fazilet Partisi, Milli Görüş söyleminin neredeyse terk edildiği bir dönemin partisi oldu. Parti programında daha liberal söylemler öne çıkarıldı, Avrupa Birliği'ne girişe dahi yeşil ışık yakıldı. Artık bir daha kapatılmak ve siyasi yasaklı olmak istemeyen Milli Görüş, insan hakları ve demokrasi vurgusu ile muhafazakar bir yol izlemeye başladı. Recai Kutan'ın genel başkanlığı ile birlikte parti içerisinde "Yenilikçiler" ve "Gelenekçiler" olarak iki farklı grup ortaya çıkmış ve hesaplaşmak için gün sayıyordu. Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın 7 Mayıs 1999 günü partiye kapatma davası açmasından bir yıl sonra, 14 Mayıs 2000'de yapılan 1. Olağan Kongre, Fazilet Partisi için -ama daha genelde Milli Görüş için- bir dönüm noktası oldu. Bu kongrede, "gelenekçiler" ile "yenilikçiler" arasındaki çekişme iyice su üstüne çıktı. Yenilikçi kanadın adayı Abdullah Gül 521, Recai Kutan 633 oy aldı. Parti gelenekçilerin yönetimine kaldı. Erbakan’ın desteklediği Kutan kazanmış, Erdoğan’ın destek verdiği Gül kaybetmişti. Ama bu, Milli Görüş için sonun başlangıcı oldu. Milli Görüş partilerindeki kongrelerde hiçbir zaman iki aday çıkmamış, seçimler hep tek aday üzerinde uzlaşılarak yapılmıştı. Bu kongre bu yönden de çok farklıydı.
1976 yılında Beyoğlu Gençlik Kolları Başkanı olan, aynı yıl MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanlığına getirilen Recep Tayyip Erdoğan'ın Milli Görüş hareketi içerisindeki yavaş, ancak kendinden emin yürüyüşü, onun, Refah Partisi'nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na kadar gelmesini sağlamıştı. Karizması, duruşu, hitabeti ve daha birçok özelliği ile Erdoğan, Milli Görüşçüler tarafından Erbakan sonrası için düşünülen en büyük lider adayıydı. İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olması, Erdoğan'ın, tüm Türkiye'de tanınmasını sağladı. Birçok defa dillendirilen yeni lider arayışlarının hemen hemen tek muhatabı olan Erdoğan, bu duruma o günlerde “Hocam varken ben o makamı düşünmem” sözleriyle karşı çıkmıştı. Ancak Erbakan'ın yasaklı olması ve Fazilet Partisi'nin içinde bulunduğu durum, adeta Erdoğan'ın önünü açıyordu. Herkesin sonuçlanmasını beklediği karar nihayet açıklanıyor ve Fazilet Partisi 22 Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesince Refah Partisi'nin devamı olduğu gerekçesiyle kapatılıyordu. Milli Görüş bir kez daha budanmış, sabırla olgunlaşması beklenen meyveler olgunlaşamadan hasat edilivermişti. Fazilet’in kapanması ile birlikte parti içinde derinleşen ayrışma ete kemiğe bürünme fırsatı bulacaktı.

Fazilet Partisi'nin kapatılmasının ardından, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını "Gelenekçiler" ve "Yenilikçiler" olarak adlandırılan iki kanattan sürdürdü. Farklı otellerde buluşuldu, tartışıldı ve "'Milli Görüş'ü sahiplendiklerini vurgulayan kanat Recai Kutan'ın genel başkanlığında 20 Temmuz 2001'de “Hilal ve 5 yıldızlı” amblemi ile Saadet Partisi'ni kurarken, "Değişimci" kanat da, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001'de, “Ampul” amblemli Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu. Milli Görüş, yıllar sonra ilk kez ikiye bölünmüş ve "Biz yaşadıklarımızdan ders aldık, dilimiz de, görüşlerimiz de değişti" diyenler ile "Hayır biz değişmedik, taleplerimizden vazgeçmedik" diyenler iki ayrı parti ile yollarına devam etme kararı almışlardı. İki partili bu dönem, Türkiye için heyecanlı, Milli Görüşçüler için ise bir hayli yorucuydu. Milli Görüşçü aileler kendi içlerinde ayrışmaya, iki parti arasında tercih yapmaya başladılar. Babalar ile evlatlar, hatta eşler arasında Saadet – Ak Parti tercihi zor bir sürece kapı aralamıştı. İki partinin ilk kez girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ak Parti, rekor bir oyla iktidara gelirken, Saadet Partisi ise hiç beklemediği bir yenilgi aldı. Bu durum, Ak Parti'yi her manada rahatlatırken, Saadet Partisi'ni ise daha içe kapanık ve marjinal bir konuma itti. Ak parti, ülke ve dünya dengelerini gözeten bir politikayı benimserken, Saadet Partisi daha İslamcı bir damara yaslandı. Irak, Filistin, Doğu Türkistan meselelerinde Çağlayan Meydanı, Saadet Partisi'nin en uğrak mekânlarından biri oldu. Parti, milyonluk mitingler düzenleyerek adeta "Ben ölmedim" mesajı verdi. Milli Görüş'teki bu ayrışma görünürde çok kolay olmuştu ancak bu Saadet Partisi'ni tercih edenlerce kolay kabullenilmedi. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere Ak Parti'ye geçen eski Milli Görüşçüler kıyasıya eleştirildi. Eleştirinin dozu çoğu zaman abartıldı ve eski dava arkadaşları ihanetten mürtedliğe kadar varan birçok sıfatla anılır oldu. Aslında bu "kendini zehirleyen dil" Milli Görüş için yeni bir durum değildi. Zira Milli Görüş partilerinde, Erbakan başta olmak üzere kurmaylar ötekileştirici bir dil kullanıyordu: “Biz ve diğerleri...” Bu durum 41 yıl boyunca Milli Görüş hareketinin en çok eleştirilen noktası oldu. Karşı tarafı rencide edici, küçümseyici, yok sayıcı, kendini üstün, seçilmiş, tek gören bir dil kullanmak belki ilk başta insanı rahatlatıyordu ancak bu heyecanın oylumlu bir getirisi ise ne yazık ki yoktu. Siyasi bir hareket olan Milli Görüş’ün hedef kitlesi tüm Türkiye olmasına karşın, bu şekilde bir üslup kullanılması sorgulanması gereken bir durumdu. İslamcı damardan beslendiğini iddia eden bir hareketin, “nefret ettirmeyiniz, müjdeleyiniz, sevdiriniz” uyarısına aykırı davranması büyük bir çelişkiydi aslında. Özeleştiriyi fazlasıyla gerektiren bir problemdi bu.

Numan Kurtulmuş'un "Saadeti"i kısa sürdü

28 Ekim 2008’de Saadet Partisi kongresinde Genel Başkanlığa Numan Kurtulmuş’un gelmesi, parti için önemli bir gelişmeydi. Kurtulmuş'un genel başkan olması ile birlikte düşman kardeşler konumundaki Ak Parti’ye karşı yapılan yıkıcı muhalefetin yerini, yapıcı ve yol gösterici politikalar aldı. Kurtulmuş’un kendine “has” üslubu hem Saadet’in geniş kitlelerce tanınmasını sağladı, hem de Türk siyasetini yeniden formatlamaya başladı. Girdiği her seçimde meclis dışı kalan, oy oranı %5’i geçmeyen Milli Görüşçüler de partideki bu değişimi büyük bir heyecanla takip ediyor, Kurtulmuş ile birlikte başlayan yükselme ivmesinin daha da artacağına olan inançları ile parti çalışmalarına hız veriyorlardı. Ancak bu bahar havası uzun sürmedi. 11 Temmuz 2010’da yapılan kongre, taşları yerinden oynattı. Kongre öncesi medyada çıkan "Saadet'te Erbakan vesayeti sona erecek" türü yayınlar sonucu Erbakan adına hareket eden çekirdek kadro, Numan Kurtulmuş’un kendi başına hareket etmesini içine sindiremeyip dizginleri ele almak istedi. Kurtulmuş’un tavizsiz duruşu, iplerin daha da gerilmesine sebep oldu ve ne yazık ki Türkiye tarihinde bir ilk olan İstanbul’daki o meş’um iftar baskını yaşandı. Kendilerine Erbakan taraftarı diyen bir grup, akşam ezanı vakti iftarın verildiği oteli basıp “Hocaya sadakat şerefimizdir” sloganları eşliğinde masaları devirmeye, Kurtulmuş’un misafirleri ile birlikte oturduğu masaya çatal, bıçak, tuzluk atmaya başladı. Milli Görüş liderinin adının arkasına saklanan birileri, Müslümanların en emin olması gereken bir saatte ortalığı bir birine katmış, Müslüman’a yakışmayacak hareketler sergileyip adeta terör estirmişti. Kamuoyunda, “Erbakan’ın oğlunu, kızını, damadını listeye almadığı için Kurtulmuş’un üstü çizildi” algısına yol açan ve Kurtulmuş’un “Gönül bağlarımızın kopmasına neden oldu.” dediği bu baskın, Milli Görüş’teki 3. ayrışmanın da ateşleyicisi oldu. Kurtulmuş’u destekleyen parti ileri gelenlerinin arabalarının tekmelenmesi, her platformda Kurtulmuş’a en ağır hakaretlerin edilmesinin sonucunda Numan Kurtulmuş, 1 Ekim 2010’da hem genel başkanlıktan hem de Saadet Partisi’nden istifa etti. Kurtulmuş'un istifası Milli Görüş hareketi için ilkti. Ak Parti deneyiminde böyle bir olay yaşanmamıştı. Yaşananlara bir anlam veremeyen, partideki Erbakan -Kurtulmuş restleşmesini kabullenemeyen Milli Görüşçüler bir kez daha yol ayrımına gelmişti. Milli Görüş'teki bu 3. ayrışma ise fazlasıyla dramatikti. Bu sadece, partideki siyaset yapma üslubunun ve tavrının değişikliğine inanan iki grubun ayrışmasından ziyade, "Gönül bağlarının kopması" idi.
Numan Kurtulmuş ve arkadaşları istifa sonrası yeni bir hareket için istişarelere devam ederken, 17 Ekim 2010’da yapılan Saadet Partisi kongresinde, herkes farklı bir isim bekliyordu ancak Partinin başına Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan seçildi. Bu seçim, Kurtulmuş'un istifası sonrası Milli Görüş teşkilatlarındaki dağılmanın önlenmesi için düşünülmüş zorunlu bir tercihti. Saadet Partisi, Kurtulmuş'un gidişiyle partide meydana gelen depremi ancak bu şekilde önleyebileceğini düşünmüştü. İki kişinin yardımı ile yürüyebilen Milli Görüş'ün 84 yaşındaki bu ulu çınarı, kimilerine göre siyaseti bırakıp köşesine çekilmeli ve anılarını yazmalıydı. Her fırsatta, 91 yaşında İstanbul'un fethi için yollara düşen Ebu Eyüp El -Ensari'yi kendine örnek aldığını söyleyen Erbakan içinse siyaset, cihat demekti ve onda da yaş haddinden dolayı emekli olunmazdı. Ama kim ne derse desin, Milli Görüş'ün efsane liderini iki büklüm yürürken görmek, hiç bir Milli Görüşçünün kolay kabullenebileceği bir görüntü olmasa gerek. Saadet'te bunlar yaşanırken, Numan Kurtulmuş da 1 Kasım 2010’da amblemi “Osmanlı Medeniyet Güneşi” olan Halkın Sesi Partisi’ni kurdu. Kuruluşundan 1 ay sonra ilk kongresini yapan Has Parti böylece, Türk siyasetinin en genç partisi olarak önümüzdeki genel seçimlere girmeye hak kazanmış oldu.
Milli Görüş hareketindeki bu yol ayrımları neticesinde Türk siyaseti Necmettin Erbakan’dan sonra, Recep Tayyip Erdoğan ve Numan Kurtulmuş gibi iki önemli lider daha kazanmış oldu. Has Parti kurucusu ve aynı zamanda Psikiyatr olan Prof. Dr. Erol Göka’nın tabiri ile Türkiye’nin son 20 yılındaki yöneticilerini yetiştiren Erbakan, bu ayrılmaların neticesinde önce Erdoğan ile iktidarı oluşturdu, şimdi de Kurtulmuş ile muhalefeti şekillendirmeye başladı. Şimdi cevabı merak edilen soru: Ak Parti, Saadet ve Has Parti'nin yeni dönemde nasıl bir denklem oluşturacağı ve Türk siyasetinde oynayacakları rol olacaktır.

Barışını arayan yorgun ülke: Türkiye


Kılcal damarlarına kadar bir değişimin sancısını yaşıyor Türkiye. Tereyağından kıl çeker gibi değil, kızgın bir bıçakla, ta derinden kurşun çıkarır gibi. 100 yılık maziden günümüze kalan problemlerin çözümü elbette ki kolay olmayacak. Bunun bilincindeyiz ve sabrın her türlüsüne fazlasıyla ihtiyacımız var. Bir problemi isimlendirmek, çözüm için atılmış en büyük adımdır. Umarım adımlarımız kavi ve sağlıklı olur…

Kurtuluş savaşı yılları… Osmanlı’dan geriye ne kalacağının hiç tahmin edilemediği yıllar. Osmanlı bayrağı altında yaşayan milletlerin birer birer bağımsızlığına kavuştuğu, kendi devletlerini kurduğu günler. Ateşin küle döndüğü o günlerde Anadolu coğrafyasında kendi devletini kurmayan iki millet kalmıştır; Türkler ve Kürtler… Mustafa Kemal’in öncülük ettiği Türkler bir tarih yazmanın arifesindedir. Kürt ileri gelenleri ile yapılan uzun görüşmeler, tartışmalar, fikir alışverişleri neticesinde iki milletin bu karanlık günlerde yekvücut halinde mücadele etmesi kararı çıkar. Mustafa Kemal ile görüşme üstüne görüşme yapan Kürt liderler, savaş sonrası kurulacak devletin hangi şartları taşıması, nasıl bir yönetim anlayışını benimsemesi gerektiği konularında mutabakata varırlar. Buna göre kurulacak yeni devlet, Türk ve Kürt halklarının ortak malı olacaktır. Anayasa, devlet yönetimi, iç işleyiş iki milleti esas alarak oluşturulacaktır. Tek bir millete has olmayıp, iki milletin huzuru ve refahı için çalışacak bir devletin temellerinin atılması için konuşulur, görüşülür, temenniler ve dualar edilir.

Kurtuluş Savaş’ı esnasında kader birliği yapan iki milletin önde gelenleri, savaş sonrası kurulacak yeni devletin heyecanı ile savaşa dâhil olur ve muzafferiyetin mukadderat seviyesine yükselmesi ile genç Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Ancak işler savaş öncesi konuşulanlar gibi yürümez. Sıfırdan bir devlet kurmanın sarhoşluğu içerisinde verilen sözler unutulur: “Devlet, sadece Türklerindir ve başka bir milletle paylaşılamaz. Sadece, devlet tek bir milletin değil, devlet sınırları içerisinde yaşayanlar da tek bir millettir.” Savaş öncesi verilen sözlerin her hatırlatılmasında –"Hani Kürtler ve Türkler ortaklık yapmıştık" dendiğinde- söylenen tek bir cümle vardır: "Siz ne’den bahsediyorsunuz. Misak-ı Milli sınırları içerisinde sadece Türkler var, siz de Türksünüz fakat farkında değilsiniz!" 1923’den 2009’a gelen sorun, işte bu cümlede gizlidir.

Aslında ilk sözden cayma, Genç Cumhuriyet’e konulan isimle olmuştur. Yeni devletin ismine tek bir kurucu millet vurgusu olarak “Türkiye” denmesi ile Kürtlerle Türkler arasındaki kurulan köprüler sarsılmış olur. İş sadece bununla da kalmaz, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde tek bir Milet vardır, tek bir dil konuşulur, tek bir kültür geçerlidir, tek bir hayat tarzı muteberdir. Kürt diye bir ırk/millet yoktur. Kürtler benliklerini kaybetmiş Türklerdir. Kürtler, Türk olduğunu bilemeyenlerdir. Kürtler, dağ Türkleridir. Kürtler, bir Türkmen aşiretidir. Kürtler terbiye edilmesi gereken Türklerdir. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kürtçe; bir dil bile değildir. Farsça ve Türkçenin karışımı bir lehçedir. Türkiye’nin doğusunda yaşayan ve kendilerine Kürt diyenler, Kürtçe konuşamaz, çocuklarına Kürtçe isimler veremez. Kürt kültürünü yaşatamaz…” İşte bir halkın yok sayılması böylece başlamış oluyordu. Bunu isyanlar, sürgünler, katliamlar izledi. Bir millet göz göre göre işte böyle hiçe sayıldı. Dili, kimliği, kültürü, geçmişi, edebiyatı yok sayıldı…

Cumhuriyetin ilk yıllarında peş peşe raporlar yazılır. Kabaca “Şark Sorunu” diye adlandırılan bu raporlarda, Kürtlerin, nasıl hareket edilirse bastırılacağına ayrıntılarıyla yer verilir. Koca bir devlet, ülke içerisinde mukim olan bir halka akıl almaz bir biçimde davranış sergilemeye başlar. Kürt ileri gelenler sudan bahanelerle idam edilir. En ufak bir isyanda dahi masum halk en acımasız yöntemlerle cezalandırılır. Acılar çektirilir. Sürgünler uygulanır. Devletin soğuk yüzü, itici tavrı Kürtlerin üzerinden eksilmez. Kurulmasına yardımcı oldukları devlet tarafından, her defasında cezalandırılır, sopa yer, itilir kakılır. Devlet, yola gelmeyeceklerine kanaat getirdiği Kürtlere rahat yüzü göstermez. Devletin davranışı neticesinde Kürtler devletten soğur, devleti sahiplenmekten vazgeçer. Soğumakla kalmaz, devletle kanlı bıçaklı hale gelirler. Çocuklar devlete düşman olarak yetiştirilir. Devlet her doğan Kürt çocuğuna düşman gözüyle bakar. Bir inatlaşmaya, bir kısırdöngüye girilmiştir artık. Çıkış için eldeki olanaklar kullanılmaz. Sanki gizli bir el her iki tarafın da, barışmasına müsaade etmez. Kürtler özgürlük ister, devlet “hayır” der. Kürtler hak ister devlet duymazdan gelir. Kürtler görülmek, anlaşılmak ister, devlet umursamaz. Devletle Kürtlerin arası kapanmayacak bir yara gibi açılmıştır artık.

Devletle Kürtler arasında böyle bir iletişimsizlik hüküm sürerken, Türklerin öteki’ne bakış açısı devletten azadedir. Devlet iki milletin arasının bozulması için elinden geleni yapmasına karşın iki millet, Osmanlı’da olgunlaştırdıkları birlikteliği daha da geliştirirler. Kız alıp vermeler, aile olmalar, komşuluk ilişkileri, akraba bağları, ticari ilişkiler derken, neredeyse iki ayrı millet olduklarını dahi unuturlar. Bu dönem, “Kürtler bizim kardeşimizdir” söylemlerinin tavan yaptığı bir zaman dilimidir. Türkler böyle dese de, Kürtler bu iddiadan çok da memnun değildir. Onlar kardeş olmanın ötesinde eşit olmak istemektedirler. En azından Türkler kadar haklara sahip olmanın derdindedirler. Türkler gibi korkusuzca dillerini konuşmak, çocuklarına kendi istedikleri isimlerini vermek, kendi kimliklerini yaşatmak isterler. Devletin kurulmasına öncülük etmiş iki temel halktan biri olan Kürtlerin bu istekleri her defasında devletin vurdumduymazlığı içerisinde kaybolur gider, makes bulmaz. Kürtlerin bu istekleri karşısında Türklerin de kafası karışır ve her defasında gözlerini devlete dikerler. Ancak devletin söylemi bu konuda katidir: Kürt diye bir ırk yok, Kürtçe diye bir dil yok! Bu hal Kürtleri saldırganlaştırır. Devletle başlayan atışmalar, yerini silahlı mücadeleye bırakır. Ne ilginçtir ki; İslam ile bağları kuvvetli olan Kürtlerin haklarını, Marksist ateist bir parti/örgüt savunmaya başlar. 1984 Eruh Jandarma Karakolu baskını ile Kürtler, yeni bir hak arama macerasına girerler. PKK’nın devreye girmesi Kürtler arasında –her şeye rağmen- şaşkınlık ve korku ile karşılanır. Örgüt, uzun bir süre Kürtler tarafından sahiplenilmez. Ancak devletin baskıcı davranışları ve örgütün acımasız tutumu sonucu PKK, bölgede hiç ummadığı bir güce kavuşur. Örgüte muhalif Kürt isimleri birer birer susturulur. PKK, bölgede kendinden başka bir güç istememektedir. Devletin Kürtlere karşı olan malum davranışı da, bölge halkının örgütü sahiplenmesini sağlar. Binlerce Kürt genci dağlara çıkar. Bu süreçte binlerce köy terörle mücadele bahanesiyle boşaltılır yahut yakılır. Fail-i meçhul cinayetler alır başını gider. Ülke, adı konmamış bir iç savaşa girmiştir artık. Devlet, Kürtlerle diyalog kurmak yerine, kendi savaşına Türkleri de dâhil eder. Bu, Anadolu coğrafyasındaki en kirli savaşın pek ateşli bir dönemecine girildiğinin resmidir.

Kürtlerin isteklerine karşın sivil çözümler yerine askeri yaptırımlar uygulanır. Demir balyoz iner Kürtlerin başına. Devlet savaşa Türklerin ve ne ilginçtir ki Kürtlerin çocuklarını da dâhil eder. Askerlik borcunu ödemek için TSK tarafından silah altına alınan gençler, tarafı olmayı bir an bile düşünmedikleri kirli bir savaşın içinde buluverirler kendilerini. “Her şey vatan içindir.” “Her Türk asker doğmuştur”. “Şehadet en ulaşılmaz mertebedir.” Dağları mesken edinen Kürt gençlerinin karşısına, binlerce Türk ve Kürt genci bu düsturlarla çıkarılır. Şehit haberlerinin ardı arkası kesilmez. Devlet ve PKK, en acımasız şekliyle savaşa tutuşunca, bu ülkenin gençlerine de “gök ekin” gibi kırılmak düşer. Savaşa dahil olan Türkler, binlerce çocuğunu kaybeder. Çatışmalarda sadece Türklerin değil Kürtlerin de çocukları şehit düşer. 90’lı yıllar, savaşın en karanlık dönemidir. Savaş git gide büyürken, devlet elindeki tüm imkanlarla yangına körükle gitmeyi ihmal etmez. TRT’de yayınlanan "Perde Arkası" programı, PKK’lıları cani olarak gösterir. Üstleri soyularak teşhir edilen ölmüş PKK’lıların sünnetsiz olduğuna özellikle vurgu yapılır. Ülkede birçok defa normalleşme çabaları başlatılır. Barış için şans arandığı günlerde ilginç olaylar yaşanır. Bu dönemde katliam üstüne katliam gerçekleşir. Kirli savaşta ülke insanı adeta kim vurduya gider. Bingöl karayolunda yolları kesilerek kurşuna dizilen 33 er, kafalarda soru işareti bırakır. Silahsız askerlerin hangi akla hizmet yola çıkarıldığı, kurşuna dizilmelerinden saatler sonra aranıp bulunmaları hep tartışılır. Ancak bu sadece bir başlangıçtır…

2000’li yıllarla birlikte işler tersine döner. Büyük infiallere neden olan Aktütün ve Dağlıca baskınlarının peşi bırakılmaz. Olaylar araştırılır ve insanın kanını donduran gerçekler çıkar ortaya. Ergenekon’un deşifre edilmesi ile birlikte Derin Devlet ile PKK arasındaki ilişkiler de bir bir ortaya serilir. Savaşın devamı için ülke gençleri adeta gözden çıkarılmıştır. Kirli savaştan nemalananlar için kaç gencin hayatının karardığı, kaç ocağın söndüğünün hiçbir önemi yoktur. Onlar için önemli olan ülkenin karanlık kaos ortamından çıkmamasıdır. Nöbette uyuduğu gerekçesiyle bir askerin eline pimi çekilmiş el bombası verilir ve neticede 4 asker şehit olur. Bu, bir dönemin de habercisidir aslında. Bu şekilde hayatını kaybettiği halde PKK tarafından şehit edildi denilen kaç askerin olduğu sorusu kafaları meşgul eder.

Türkiye’ye yıllarını kaybettiren, koca bir ülkeyi yorgun düşüren bu savaş bir an önce bitmelidir. 25 yılda 30 binden fazla insanımızın canına mal olan, bir o kadarının da sakat kalmasına, ruhen yıpranmasına sebep olan bu savaşa bir son verilmelidir. Savaşın bitirilebilmesi için sosyal ve siyasal iyileştirmelerin yapılması, savaşa meydan veren haksızlıkların giderilmesi şarttır. Yapılacak iyileştirmelerden en önemlisi Kürtçenin bu topraklarda konuşulan bir dil olarak kabul görmesidir. Milyonlarca insanın ana dilini yok saymaya devam etmeye bir son verilmelidir. TRT 6’nın gecikmiş de olsa yayına başlamasını bu konuda atılmış küçük fakat önemli bir adım olarak görüyorum. Kürtlere sağlanacak her hak, birileri tarafından ülkenin bölüneceği endişesi/ paranoyası ile karşılanmış, Kürtlerin yok sayılması uygun görülmüştür. Ama artık, hükümetin zor da olsa başlattığı “Demokratik Açılım” ile yeni bir sürece girilmiştir. Açılım, Bu zamana kadar yapılması gereken fakat ertelenen zor ve bir o kadar da meşakkatli bir iş. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana eşitlik isteyen Kürt halkı için bir umut ışığıdır bu. Devlet, uyguladığı politikalar sonucu yıllarca küstürdüğü bir halka, zeytin dalı uzatmaktadır. Kürtlere düşense bu dalı küçümsemeden ellerinin tersiyle itmemek, zorluklara göğüs gererek bu barışı çoğaltmaktır. Biliyoruz ki barış kolay olmayacak, anlaşma hemen sağlanamayacak. Önemli olan barış için ilk adımı atmaktır. İlk adımın ardı gelecektir, buna inanmak gerekir. Bu şartlar altında PKK da şartsız ve koşulsuz olarak silahını bırakmalı, Kürtlerin geleceği için sahneden çekilmelidir. Gelinen noktada PKK’dan daha fazla sivil Kürtlere ihtiyaç duyulmakta; BDP, HAK PAR ve KADEP gibi Kürt partilerine daha çok iş düşmekte.

Adı konmamış savaşın son günlerini yaşıyoruz. Bize düşen sabır, tahammül, empatidir. Sonu gelmez savaştan yorulmuş bir Türk genci olarak, barışın gerekli olduğuna inancım tam. Benim gibi milyonlarca Türk’ün Kürtlerle herhangi bir sorununun olmadığını da biliyorum. Bu, devletin bir problemi idi, devlet işte şimdi problemini sahiplenerek çözüm yolunda adım atmaya başladı. Devletin yapması gerekenlerden biri de, Avustralya devletinin Aborjinler’den dilediği türden bir özür dilemesidir. Bu tarihi zaman diliminde Kürtlerin de kendi Ergenekonlarının ipliğini pazara çıkarması, kalıcı ve gerçek bir barış oldukça önemlidir.